Zezé e l’albero d’arance

Zezé ve Portakal Ağacı, bizdeki adıyla Şeker Portakalı!

Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakalı romanı her yaş grubuna hitap eder, her yaşta başka türlü dokunur insanın yüreğine. Vasconcelos bu kitabı on iki günde yazdığını ama yirmi yıl yüreğinde sakladığını söylüyor. Okuyucu için ise tam tersi, bir veya iki günde okunup kırk yıl yürekte saklanacak sıcacık bir öykü.

Yıllar önce bir ameliyat geçirip oldukça uzun bir süre evden çıkamayacak olan bir arkadaşım, adında portakal geçen tüm kitapları okumaya karar verdiğini söylediğinde şaşırıp yadırgamıştım. Ama bu kararına saygı duyarak hemen Gioconda Belli diye Nikaragualı bir yazarın Portakal Ağacında Oturan Kadın adlı bir kitabını bulup sipariş vermiştim. Yoklamaya giderken hediyem o olacaktı.

Şeker Portakalı‘nı götüremezdim ya, onu herkes bilirdi ve her evde olurdu. Tabii ki arkadaşımın başucunda da duruyordu ve hatta açıp bazı diyalogları tekrar okumuştuk, okudukça da hayrete düşmüştük. Biz çok büyümüştük, çok şey yaşamıştık o arada ama yine ne çok şey bulmuştuk, kitabı elimizden bırakamıyorduk bir türlü.

İşte ben de evden çıkamadığım şu günlerde yine bir karıştırdım bu tüm zamanların kitabını. “Uyuyalım. İnsan uyudu mu her şeyi unutur” sözlerine takıldım Zezé’nin. Küçücük bir çocuğun ağzından çıkan bu sözler nasıl da tüm dünyanın fikri oluverdi bir anda! Her şeyin tersine dönüp uyurken tatlı rüyalar, uyanıkken kabuslar görmeye başladığımız günlerde hep vurup kafayı yatmak istemiyor muyduk, bir nevi uykuya kaçmak.

Sonra, yavaş yavaş alıştık ve bir düzen kurduk neyse. Gündüzler uzadı yeniden, geceler kısaldı. Ruhumuza iyi gelen farklı şeyleri kendi evimizde yanı başımızda keşfetmeye başladık.

“Bu portakal ağaçları hiç bu kadar açmamıştı, hiç böyle koku yayılmazdı eve” dedik mesela biz. Ve sonra aslında hep böyle açtığını, hep böyle koktuğunu ama bizim bunun farkında olmadığımızı anladık. Çünkü hiç oturmazdık bu mevsimde balkonda, hiç açmazdık perdeleri sonuna kadar yeşil görelim içimiz açılsın diye. İlkbaharda doğanın uyanışına başka yerlerde hayran olunur sanırmışız meğer.

Ben odamın penceresindeki, itiraf edeyim pek de yüz vermediğim, sardunyamın benim ilgisizliğime rağmen hayata tutunup çiçek vermeye başladığını görünce sevinçten deliye döndüm bu sabah. Kendimden utandım.

Bu alışmışlığı her yaş grubunda görmeye başladım, herkes teker teker alıştığını söylüyor bir şekilde. Uzaktan bir miktar eğitimle yetinip evde okudukları kitaplar ve izledikleri filmlerden, hatta yanlarında ‘mecburen’ daha çok vakit geçirdikleri büyüklerden daha çok şey öğrenen çocuklar ve gençler bir yandan da büyüklerine bir sürü şey öğretiyor olmanın keyfini yaşıyor.

Balkonlar ve bahçeler kafe, restoran, atölye, ofis, sınıf, açık hava yoga veya pilates salonu oldu, mutfaklar terapi merkezi. Evcil hayvanlar şaşkın ama çok mutlu, hiç bu kadar kalabalık ve sevgi dolu bir ortamda olmamışlardı. Bu kadar itinalı beslenme ve bakım çok sevindirdi onları. Hep aceleye getiriliyorlardı, herkesin her an yetişmesi gereken bir yer veya bir işi vardı.

Ailenin her bireyi, evde kendine ait bir alan yaratıp daha huzurlu yaşamaya başladı. İlk günlerde yaşanılan bocalama ve gerilim yerini daha sessiz bir kabullenmişliğe bıraktı, evler genişledikçe daralınan anlar azaldı.

Şeker Portakalı romanında Zezé, babasından bile çok sevdiğini hissettiği Portuga’ya, “Acılarım kaç gün sürecek Portuga?” diye sorar. Portuga’dan “En fazla kırk gün” cevabını alan Zezé sevinir, “Kırk gün sonra geçecek mi?” Portuga şu cevabı verir, “Hayır, alışacaksın.”

Bizim büyüklerimizin ninelerinden dinlediği bir hikâyede de anne ile çocuk arasında benzer bir konuşma geçiyor. Bu hikâyede ise çocuğun sorusu bu kıtlık ne kadar sürecek?

Bu karantina ne kadar sürecek? Bilmiyoruz ama elbet bitecek, önemli olan farkındalıklarla, yeni kazanımlarla güçlü ve galip çıkmamız bu süreçten.

Kırk gün, Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un bir romanından (Doğu’dan Uzakta sanırım) hatırladığım kadarıyla, doğu kültürlerinde ve bize çok uzak ama kültürleri yakın Güney Amerika ülkelerinde tecrübeyle sabitlenen gerekli bir süre sıkıntının ve acının hafiflemesi, daha doğrusu zor günlere alışmak için.

Biz alıştık karantinaya ama corona kırkı çıkıp bize alışmadan çıkıp gitse artık hayatımızdan da biz de eski hayatlarımıza alışsak yeniden!

“Zezé e l’albero d’arance” üzerine 4 yorum

  1. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyorlar ya! Ben bugünlerde edindiğimiz güzel şeyleri unutmasak diyorum Ülgencim, yani eski hayatlarımıza tekrar da çok alışmasak?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir