Zoom yapıyoruz, yaparız, yapalım!
Bir ekle üç kuş, bu İtalyanca’nın tatlı bir tarafı da budur. Yakında fiil çekimlerine ve hızla cümle kurmaya başlayınca bol örnek vererek anlatacağım.
Karantina günlerinde yurdumda ve dünyada bir zoom fırtınası esiyor. Hem yakınlarımdan duyuyorum (Paskalya kahvaltısı, kitap grubu buluşması, yatılı kızlarla hasret giderip yemek tarifi paylaşma) hem de televizyonda kına gecesi ve baby shower gibi etkinlikler gördüm. Ben henüz denemedim, önceki güne kadar da nasıl yapıldığını bilmiyordum ama biliyormuş gibi yapıyordum zoom yaptık, zoom yapacağız diyenlerle konuşurken.
Ama bu sürecin çok uzayacağı ve elbet öğrenmek durumunda kalacağım için açık yüreklilikle sordum bir arkadaşıma, sağ olsun o da anlattı. Tam anladığımı sandığım sırada şu fotoğrafı görünce kafam karıştı yine. Klavyenin üzerindeki yüz lira da neyin nesi? Düğünlerde gelinle damada para yapıştırabiliyor muyuz? Vay be, ben takibi bırakalı ne çığırlar aşılmış teknolojide.
Bilgi işlem sektöründe onca yıl (üniversitedeki yarı zamanlı işimi de sayarsak yedi) işimi çok severek çalışıp şimdi teknolojiden neden kaçtığımı, heyecanla teknoloji konuşulan ortamlarda neden sıkıldığımı bilmiyorum. Birtakım yazılımları öğrendim zamanında, kılavuzlar hazırladım, destek ve eğitim verdim, sonra da hem donanım hem yazılım pazarladım ama sadece işimin gerektirdiklerini özveriyle, hakkını vererek yapmışım sanki. Eve iş götürmemişim!
Çeşitli yazılımları asgari düzeyde kullanır, anlarım ama bilgisayarda veya bir cihazda herhangi bir hata mesajı aldığım an kısa devre yapar, error veririm. Kendimden başka birinden destek alıp sorunu anında çözebilmek için telefona yapışırım.
Bu blogun altyapısını hazırlayan Mert, yalnızca bir telefon konuşmasında anladı sadelik, kolaylık konusundaki yakarışlarımı, deli kızın çeyizi türünde bir blog yapacağımı. Bir haftayı bulmayan bir sürede beklentilerimi aşan çok şirin bir yazma ortamı tasarladı. Ben işi orada bırakmadım tabii, yapıştım çocuğun yakasına, arka planda kullanacağım yazılıma dair küçük bir eğitim istedim. Kendime güvenemedim.
İyi ki tanışıp masa başında birlikte kısa bir çalışma rica etmişim. Sohbete dönüşen o keyifli, kahveli oturumda çok tatlı bir ikili tanıdım, Mert ve kız arkadaşı Sinem. Ayrılırken tekrar görüşeceğimizden emindik üçümüz de. En son haberleşmemizde baharda şaraplı bir yemek sofrasında blogu ıslatmaya karar verdik ama corona ateşe verdi bizi o arada, ıslatılmayı bekleyen biz olduk.
Masa başında yapılan kahveli veya şaraplı oturumlar her zaman hoş sohbetleri de beraberinde getirir.
Bir önceki yılbaşına yakın, yirmi yıl kadar görüşemememiş olmanın özlemi, burukluğu ve utancı ile çok sevdiğim eski öğrencilerimle buluştum. Eski ve yeni öğrencilerime hediye etmek üzere hazırladığım butik İtalyanca kitabımı verecektim onlara. Blogumdaki ve kitabımdaki Teşekkürler sayfalarına adlarını altın harflerle yazdıran Zehra Teyze, Neval Hanım ve Maviş.
Fakat yılbaşı trafiğinden dolayı aynı güne denk düşemedik. Neval Hanım ve Maviş ayrı, Zehra Teyze ve ortak dostumuz Ceyda Hanım ayrı gelebildi. Kitabını daha önce ilettiğim çiçek komşum Merih Soylu ise iki gruba da katıldı.
Şimdi naçizane bir zoom denemesi ile o iki gün çektiğim fotoğraflardan bir oturum oluşturuyorum:
Fotoğrafları yapıştıramadım, garip bir şekilde ayrık kaldı. Telefonda bakınca Zehra Teyze, bilgisayarda ise Ceyda Hanım sosyal mesafeyi korumuş gibi görünüyor. Bozmamak için daha fazla oynamayacağım ama ilk deneme için fena olmadı bence, herkesin keyfi yerinde!
Grup ikiye bölününce ben de, artık kullanmayıp tel dolabımda teşhir ettiğim, onca yıl içinde sayıları yarıya inmiş üçlü Andrea Fontebasso seramik fincan takımımı çıkardım nostalji yapalım diye.
Ama artık benim Andrea Fontebasso’m Umut Poyrazoğlu yıllardır. Saku Handemade’i keşfettim keşfedeli, eski ve yeni sıradan fincanlarım kırılınca üzülmüyorum. Hatta bazen seviniyorum çünkü aklıma takılıp kalan Saku’lara yer açılmış oluyor dolaplarda. Bir pot (çömlek olan pot değil, gaf) kırarım diye bu fincanları ve diğer ürünleri anlatmaya kalkmayacağım. En iyisi Instagram hesabına bakıp kendi gözlerinizle görün. Umut’un yaptığı ürünler gibi, ürünlerine verdiği adları ve yazdığı tanıtım metinlerini de çok seveceksiniz!
El becerisi, koordinasyon, geometri ve bir sürü teknik ayrıntının buluştuğu bu fincanlarda kahve daha lezzetli oluyor. Sadece kahve değil, aşure ve diğer her şey de.
Fotoğraftaki espresso setinde beş fincan var aslında ama ben bir tanesini çıkarıp şarap şişesi ile bir fotoğraf çekmiştim iki yıl önce yeni aldığımda. Hand made demeye bin şahit ister, hepsi aynı tornadan çıkmış gibi kusursuz bir aynılıkta!
Aradan bir iki hafta geçti, bir arkadaşım “Espresso sevmem ama” diyerek mavi fincanda kahve içti (sadece yarısını) ve o kısacık sürede fincanı kırdı. “Madem sevmiyorsun, neden içtin?” diye çemkiremediğim için, kibarca klasik “Aman sana bir şey olmasın da, elin kesilmedi değil mi” kalıbını kullanıp gözyaşlarımı içime akıttım. Mavi olanı da ayrı bir seviyordum, bir umut Umut’u aradım tek kalmış bir mavi bulabilir miyim diye. Ama yoktu maalesef, ben de büyük boy bir mavi alıp farklı bir set yaptım, bir anne ve dördüzleri.
Birkaç ay sonra bir kargo geldi bana Saku Handmade’den. Mavi bir Mini Bob, yani benim yasını tuttuğum espresso fincanımdan. Meğer Umut unutmamış, yeni minnoşlardan yaptığında bana da ayırmış ve hediye göndermiş.
Ben beş altı yaşlarında anneannemden tığ işi öğrenmeye başlamıştım, zincir çekip tığı bir yerlere dürtme de diyebiliriz tabii, o yaşta bir çocuktan iddialı bir çalışma beklememeliyiz. “Ne örüyorsun” diye soranlara “Bilmiyorum, bitince söylerim” dermişim. Torna da o hissi verir yapanı seyrederken. O kadar iyi olmasa da bir şey çıkarabileceğinden emin olur insan ama fena halde yanılır.
Kapadokya’da bir çömlek ustasını izleyip çevredeki envai çeşit binlerce nesneye baktıktan sonra içinden ‘E ne var bunda, çok kolaymış’ diye geçirip gruptan sivrilerek müthiş bir özgüvenle torna başına oturup rezil olmuşluğunuz varsa anlamışsınızdır ne demek istediğimi!
Elde seramik yapan sanatçılara ve amatörlere kesinlikle saygısızlık etmek istemem ama elde seramik biraz benim küçükken yaptığım tek tığ örgüler gibi, en beceriksiz kişinin bile eciş bücüş de olsa kullanılabilir bir nesne çıkarabileceği bir sanattır. Denememiş olsam haddim olmazdı bunları söylemeye tabii ki. Ama üniversitede iki dönem seçmeli ders olarak seramik aldım, (yetenekli olmamama rağmen) ortaya çıkardığım vazo, tabak ve fincan gibi fonksiyonel ürünlerim var. Teknik ve estetik ayrı mesele tabii ki ama başta niyetlendiğiniz ürünle hiç ilgisi olmasa da bir şey çıkıyor ortaya.
Kapadokya’da gelişen torna fobim yüzünden okulun seramik atölyesindeki tornanın karşısında saygı duruşunda bulunurdum sadece, denemedim bir daha!
Not: Elde seramik deyince, aynı incelikte ve zarafette son derece estetik ürünlerine hayran olduğum Alaçatılı sanatçı Serap Yurdaer Erboy’dan bahsetmeden geçemem.
Mi dispiace (üzgünüm) ama bunlar benim, siz başka bir şeyler seçin!
Çeşitli eğitimler yanında uluslararası kongreler bile bu yöntemlerle yapılmaya başlamış Ülgencim. Sanırım bundan sonra da hayatımızın bir parçası olacak. Maliyet açısından da tercih edilecektir.
İstanbul’da yapıldığı için katılamadığım bir eğitime yazıldım bile☺️
Ben de ivedilikle öğreneceğim..