Sayılmayan kız!
1995 nüfus sayımında istatistiklere girmemiş olmanın gizli keyfi bana hep Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Heinrich Böll’ün Sayılmayan Sevgili hikâyesini hatırlatır.
Bu hikâyenin diğer adı da Köprüde’dir. Almanca adı çoğunlukla An der Brücke ve bazı kaynaklarda da Die Ungezählte Geliebte olarak geçiyor. Bana ikinci adı daha anlamlı geliyor, zaten lisede seçmeli ders olarak aldığımız Almanca’da okutulan kitabımızdaki adı da buydu.
Bu güzel hikâyeyi okutan ve sevdiren sevgili hocamız Waltraud Hanopulos’un aşk hikâyesi çok daha güzel. 29 yaşında Nice’te tanışıp birkaç hafta geçirdiği İstanbullu Basile Hanopulos’u görmek için geldiği İstanbul’da kalmaya karar verip ülkesini bırakmış.
İlginizi çekerse, bu tatlı kadının hikâyesini okumak ve hatta ondan dinlemek için şu sayfaya bakabilirsiniz:
https://www.annefrank.de/mensch/tr/waltraud-hanopulos/biografie/
Keşke sonradan internette okumayıp kendinden dinleme şansım olsaydı o zamanlar. O bize Almanca öğretmeye çalışırken, biz aşk sandığımız sıradan hoşlanmalar hakkında fısıldaşıyorduk derslerde. Yani tam Dummkopf ergenus kız halleri. Basile Hanopulos ise Saint Benoit’da Fransızca hocasıydı.
Kadıncağız tatillerde Almanya’ya gittiğinde bizlere getirdiği gençlik dergilerinden bir şeyler okutmaya çalışırdı, pek ilgilenmezdik çünkü hiçbir şey bilmezken her şeyi bilir havasındaydık. En çok yandığım ise İkinci Dünya Savaşı sırasındaki gönüllü hemşirelik günlerini can kulağıyla dinlememiş olmak.
Maalesef fiziksel açıdan gelişmekte olup zihinsel açıdan az gelişmiş olduğumuz yıllara tekabül ettiği için onun kıymetini bilemedik ama ben kendi adıma konuşayım, onu hep çok sevdim ve sevgiye, nezakete dair çok şey öğrendim ondan.
Zaten hayatın her döneminde bir önceki dönemde yaptıklarımız ve özellikle yapmadıklarımız için hayıflanmıyor muyuz? Hayat böyle bir şey maalesef. İnsan yaşadığı ortamdan o anda daha neler neler kazanabileceğinin bilincinde olmuyor. Yaşayarak öğrenebileceğimiz, yaşayandan dinleyebileceğimiz şeyleri daha sonra kitaplardan, filmlerden öğrenip Ach so diyoruz hep. Önemli olan bunu en aza indirgeyebilmek, gelişmeden hep aynı kafada kalmayacağımıza göre!
İşte Heinrich Böll’den Sayılmayan Sevgili:
Bacaklarımı yamayıp yapıştırdılar ve bana oturduğum yerde görebileceğim bir iş verdiler: yeni köprünün üzerinden gelip geçen yayaları saymak. Başarılarını sayılarda görüp sevinsinler, birkaç anlamsız rakama bakıp zevkle kendilerinden geçsinler diye ben, bütün gün, sabahtan akşama kadar sayı sayıyorum; ağzım bir taksimetre gibi durmadan, sessizce işliyor; sayı üzerine sayı katıyor ve akşam olunca, zaferlerini tek bir sayı ile kendilerine sunuyorum.
Vardiyanın sonucunu kendilerine bildirdiğim zaman, gözleri parlıyor, sayı ne denli yüksekse, yüzleri de o denli güleç oluyor. Sevinmekte de o kadar haksız değiller hani, zira yeni köprüden geçenlerin sayısı hiçbir gün binlerin altına düşmüyor. Gel gör ki, onların bu istatistiği doğru değil! Evet, özür dilerim, bu istatistik doğru değil! Onlar beni, görünüşüme bakıp, sözüne güvenilir bir kişi sayıyorlar, ama aldanıyorlar: ben öyle sözüne güvenilecek insanlardan değilim.
Arada bir onlara bir sayı eksik söylüyorum ve yutturdum diye için için seviniyorum. Sonra, kimi zaman, içimden bir acıma geliyor, onlara birkaç sayıyı bağışlayıveriyorum. Mutlulukları benim elimde. Öfkeli olduğum günler, sigaram kalmadığı zamanlar, ortalamayı verip geçiyorum; kimi zaman da ortalamanın altında bir sayıyı.
Ama keyfim yerinde mi? Gönlüm aydınlık mı, o zaman bol keseden beş basamaklı bir sayıyı sunuveriyorum. Ne mutlu oluyorlar o zaman! Sonucu belirttiğim raporu adeta elimden kapıyorlar, gözleri sevinçten pırıl pırıl yanıyor, elleri ile omzuma vuruyorlar. Kuşkulanmak akıllarının ucundan geçmiyor! Derken, başlıyorlar sayıları birbirine vurmaya, bölmeye, yüzdelerini almaya ve daha neler neler yapmaya.
Bugün bir dakika içinde köprüden kaç kişi geçmiş imiş? On yıl sonra kaç kişi geçmiş olacakmış? Hesaplayıp, uğraşıp bunu ortaya çıkarıyorlar. Zaten gramerde en sevdikleri zaman da bu: gelecekte olmuş bitmişi gösteren zaman, bu onların baş uğraşıları. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, dedim ya, özür dilerim, bu hesapların tümü yanlış.
Benim minik sevgilim, köprünün üzerinde görünmüyor mu, hem de günde iki kez, ah, o zaman, kalbim sanki duruyor. Evet, o ağaçlıklı yola sapıp da gözden kaybolana kadar, kalbimin o aralıksız vuruşları duruyor ve bu arada gelip geçenleri ben, pek doğal değil mi, atlayıveriyorum. Bu iki dakika benim dakikalarım, tümü ile bana ait dakikalar, kimse onları benden alamaz.
Akşam üzerleri, o dondurmacı dükkânından dönerken, bir dondurmacı dükkânında çalıştığını artık biliyorum, karşı kaldırımdan, benim sayı saymakla görevli sessiz ağzımın hizasından geçerken, yine kalbim duruyor ve ben ancak o gözden iyice kaybolduktan sonra yeniden saymaya başlıyorum.
Ve bu dakikalarda benim görmeyen gözlerimin önünde defile yapan tüm mutlular, istatistiğin ölümsüzlüğüne geçmemiş oluyorlar: gölge adamlar gölge, kadınlar bunlar; var mı, yok mu, belirsiz varlıklar. Bunlar, istatistiğin “gelecekte olup bitmiş zamanı” içinde yürüyüşe katılmayacak olanlar.
Onu seviyorum besbelli. Ama kız bunu bilmiyor; ben de zaten bilsin istemiyorum. Bir kez göründü mü, tüm hesapların altını üstüne getirdiğini o hiç bilmesin ve bu bilgisizliği içinde, o tertemiz yüreciği ile uzun kumral saçları omuzlarında dalgalanırken, minik ayakları ile bassın geçsin köprüden ve dondurmacı dükkânına gitsin ve bolcana bahşişleri toplasın. Onu seviyorum. Evet, besbelli, ona tutkunum ben.
Geçenlerde bir kontrolden geçtim. Karşı tarafta otomobilleri saymakla görevli, arkadaş beni uyarmıştı, o gün dikkat kesildim, deliler gibi saydım, saydım, bir kilometre sayacı benim saydığımdan daha iyi sayamazdı. Baş istatistikçi de karşı tarafta durmuş, sayıyordu. sonunda bir saat içinde kendi saydığını benim verdiğim saat sonucu ile karşılaştırdı. Benim ki, onunkinden ancak bir tek sayı eksik çıktı.
Benim küçük sevgilim bu arada gelip geçmişti . Ve ben onu yine bu anlamsız sayı dizisine katmamıştım. O güzelim kızcağızı bırakırmıydım ki, onu bir tek sayı olarak alsınlar, öteki sayılarla birbirine vursunlar, bölsünler, yüzdesini alıp sonunda bir hiçe çevirsinler.
Arkasından bakamıyorum diye yüreğim kan ağlarken, yine saymayı sürdürdüm. Öbür kıyıda, otomobil sayan arkadaşa ne kadar teşekkür etsem az şakası yok. Ekmek parası elden gidebilir!
Baş istatistikçi eliyle omzumu okşadı ve benim dürüst, güvenilir, işine bağlı bir görevli olmamı övdü. “Bir saat içinde bir rakam eksik olmuş, bunun önemi yok” dedi. “Biz nasıl olsa yüzde bir miktar farkı hesaba katıyoruz. Raporumda sizi atlı araçlara atamalarını önereceğim.”
Atlı araçlar! Arayıp da bulamadığım şey! Atlı arabalar, cennet. Rahatlık! Atlı araba, günde en çok 25, ya geçiyor, ya geçmiyor. Demek günde, ortalama her yarım saate bir tek sayıyı aşağıya düşüreceksin. Oh! Bu bir cennet!
Atlı araçlara bir geçsem, oh ne güzel, ne güzel! Dörtle sekiz arası zaten atlı araçların köprüden geçmesi yasak. Bu arada insan şöyle bir dolaşıverir, ya da dondurmacı dükkânına uzanabilir. Ve onu doya doya seyredebilir.
Ola ki bir gün, küçük sevgiliyi alır, evine gidene dek ona yolda arkadaşlık edebilir.
Delizioso testo..
Ho gia imparato unu nuova cosa..
Su futbolsuz gunlerimde baslik “Sayilmayan Gol” olsa daha ilgimi cekerdi ayri.. 🙂
Ya da İpin Ucunu Kaçıp Sayılamayan Günler 🙁