Haydi kızlar!
Forza sözcüğü bir ünlem olarak haydi, yapabilirsin gibi bir anlama de gelir, asıl anlamı güç, kuvvet.
Son iki yazımda, yaşadığı yeri bırakıp yeni bir hayat kuran iki cesur genç kadını yazdım: biri ben, diğeri de Almanca öğretmenim Waltraud Hanopulus.
Bence çok cesurum, gülmeyin. Tamam, bir Zenobia değilim belki ama cesur olmadığımı iddia eden varsa gelsin, hodri meydan!
Almanca hocamın, ülkesini bırakıp Türkiye’ye yerleşme kararı benim şehir değiştirme kararımdan çok daha büyük ama en azından onda büyük bir aşk söz konusu. Bende ise uğruna mekân değiştirilen bir aşk değil, aksine şehir değiştirmeye üç ay kala başlayıp darbe alan bir aşk var.
Eyvah, darbe mi dedim, yok yok o anlamda bir darbe değil, aman yanlış anlaşılmasın, evde bu kadar daralmışken bir de Silivri’yi kaldırmaz ruhum!
Hatırlıyorum, müdürümle konuşmuş, eğitim bitince İstanbul’da şirket merkezinde kalmak istediğimi söylemiştim. Tabii ki giderayak oluşan bu özel durumdan hiç bahsetmeyerek gayet profesyonel bir tavırda kariyer hedeflerimden, merkezde çalışmanın önemini gördüğümden falan dem vurmuştum. Kariyer hedeflerim yoktu ama hayal gücüme ve yaradana sığınarak çok etkili bir konuşma yapmıştım.
O da bana, bunun şirket için de iyi olacağını (demek sezmiş bendeki köle ruhunu) ama benim Adana bölge ofisindeki görev için başvurduğumu ve bağlı olduğumuz Avrupa grubundan bir iş pozisyonu açılmazsa merkezde aynı görevde kalamayacağımı söyledi. Herhalde gözümü korkutmak için bilemiyorum, muhasebe bölümünde bir iş gibi bahtıma ne çıkarsa kabul etmek zorunda kalabileceğimi söyleyerek uyardı.
Daha kariyerimin ilk basamağında arıza çıkarmama kararı aldım genlerime kodlanmış doğruluk, dürüstlük, sözünün eri olma erdemleriyle.
Bir yıllık bir süre biçtim kendime, duruma göre bakacaktım. Ama mahrumiyet yaşayan ben olduğum halde karşı taraf arıza çıkarmaya başladı ve benim zaten zor olan hayatımı daha da zorlaştırdı. Kısaca bu uzaklık testini geçemedik. Ben de alışmıştım yeni düzenime ve işimden çok memnundum, kaldım. Kalış o kalış!
Almanca öğretmenimle cesaretin yanında bir ortak noktam daha var: basiret.
Basiret bağlanması deyimini çokça kullansam da Arapça kökenli basiret sözcüğünün tam anlamını bilmezdim. Basiret gerçeği kalp gözüyle görüp anlama ve sezme, doğru görüş, uzağı görüş, uyanıklık, vizyon demekmiş meğer.
Artık benimki basiretlilik mi basiretin bağlanması mı bilemem çünkü Amerikalı şair Robert Frost’un deyimiyle gidilmeyen yolda neler vardı bilmiyorum!
Gidilmeyen Yol
Sarı bir ormanda ikiye ayrıldı yolum,
İkisinden birden gidemediğim ve yazık ki
Tek yolcu olduğum için üzgün, uzun uzun
Baktım görene kadar birinci yolun
Otlar çalılar arasında kıvrıldığı yeri;
Sonra öbürüne gittim, o kadar iyiydi o da,
Ve belki çimenlik olduğu, aşınmak istediğinden
Gidilmeye daha çok hakkı vardı;
Oysa oradan gelip geçenler iki yolu da
Aynı ölçüde aşındırmıştı hemen hemen,
Ve o sabah ikisi de uzanıyordu birbiri gibi
Hiçbir adımın karartmadığı yapraklar içinde.
Ah, başka bir güne sakladım yolların ilkini!
Ama bilerek her yolun yeni bir yol getirdiğini,
Merak ettim geri gelecek miyim diye.
İç geçirerek anlatacağım bunu ben
Nice çağlar sonra bir yerde:
Bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
Ben gittim daha az geçilmişinden,
Ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.
The Road Not Taken, Robert Frost
İşte hayatımın özeti: cesaret, basiret ve şimdi de esaret
Bir Zenobia değilim dedim ama sonumuz aynı oldu!
Haksızlık ediyorsun kendine…
Sen hem basiretlisin hem cesaretli?
Esarete gelince şu an hepimiz öyleyiz.
Çok ferasetlisin!!