La stanza rosa

Pembe oda!

Bu yazı, arada düşülen notlarla taslak olarak kalmış bir aydır gerilerde. I nostri insegnanti (öğretmenlerimiz) diye başlık atmışım. Daha önce birkaç öğretmenimi anlatmıştım. Bu yazıda da ilkokul travmamı dramatize ederek ilkokul öğretmenlerinin hayatımızdaki yerine değinmeyi düşünmüştüm.

Yeni başlayan Kırmızı Oda adlı diziye göz atarken unuttuğum bu yazı geldi aklıma hemen. Dizi, Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun, Madalyonun İçi adlı kitabından uyarlanmış. Kitabın adı da Gülseren Budayıcıoğlu’nun 2005 yılında kurduğu Madalyon Psikiyatri Merkezinden geliyor. Dizideki danışanların sorunları gerçek örneklerden yola çıkılarak ele alınmış.

İlk hikâye, Mevlithan Meliha’nın yaşadıkları ise Günahın Üç Rengi adlı kitabındanmış, onu ekleyeyim.

Dizide psikiyatristin anlattıklarınız bu odadan çıkmayacak dediği, önce kitaba ve sonra da çarpıcı görsellerle diziye konu olan hikâyelerini izleyen danışanlar ne hissediyor acaba?

Ben fotoğrafın solundaki Camdaki Kız’ı okumuştum. Madalyonun İçi’ni bilmiyordum, yüreğim dayanırsa diziyi izlemeyi düşünüyorum. Malum bu dönemde ruhumuz ağır şeyleri kaldıramıyor.

Benim yazım da tam bu kurgudaki gibi başlamış ve sonlanmış. Aralardaki notlarımı açarak tamamladım. Diziyi izledikten sonra kanaat getirdim, benim seansım pembe bir odada geçiyor definitamente (kesinlikle)!

Allora comincio (başlıyorum o zaman)!

Kırmızı hatmi çiçeği petallerini alnıma yapıştırıp horoz gibi öttüğüm, kayalara tırmanıp keçi gibi melediğim, evden çıkmadan elime tutuşturulan bir dilim karpuzu üstümü başımı batırarak yedikten sonra elimde kalan kabuğu rastladığım ilk ineğe verdiğim yazların bir de kışı vardı.

Kalbim kadar temiz sayfalara sevgi dolu dörtlüklerin yazıldığı hatıra defterimi ve ayakkabı kutularında beslediğim ipek böceklerini anlatıp geçiştirdiğim ilkokul günlerinin akademik boyutunu da analiz etmezsek regresyon terapimi tamamlayamayacağını, iyileşemeyeceğimi söyledi doktorum.

Arkama yaslandım ve anlatmaya başladım.

Özel ilkokul kavramının olmadığı yıllarda, ilkokulu mahalle mektebinde beş yıl okurduk. Kargalar kahvaltısını etmeden, kendimizden ağır çantalarımızı yüklenip yollara düşer, bize uzun gelen ama kısacık olan okul yolunu kat ederek Atatürk İlkokuluna giderdik. Ben şahsen okula gitmeyip hep tarlada kardeşlerimle karga kovalamayı tercih ederdim, Mustafa Kemal ve kardeşi Makbule gibi.

Neden mi?

Una mia fototessera

İlkokula başladığımda okuma yazma biliyordum, yüze kadar ve yüzden geriye birer, ikişer, dörder, beşer ve onar sayabiliyordum. Öğretmenim, okuldan yeni mezun olup babasının müdür olduğu okula atanmış gencecik bir kadındı. Ancak genç bir öğretmenden beklenecek idealistlik, sevgi ve sabır onda yoktu. Tam tersine, müthiş bir sinir ve tahammülsüzlük atmosferinde çok zor geçerdi dersler. Sınıfımız diğer bazı okullardaki gibi kalabalık değildi üstelik. Yaramaz hiç değildik ama biz öğrenemedikçe o hiddetlenirdi. Bir sürü ayrıntı hatırlıyorum o günlerden ama gülümsediği tek bir kare kalmamış aklımda!

(Yukarıdaki vesikalık fotoğrafımdaki ürkek, endişeli, gelecek kaygısı içeren ifade anlatıyor her şeyi sanki. Bize de gülmeyi unutturmuş anlaşılan, ya da ben vesikalıklarda gülümsemeye başlamamışım henüz)

Ben öğretmenin gözde öğrencisiydim, beni asistanı gibi kullanırdı. Al şunu sen çalıştır bahçede diye hışımla öğrencilerini bana emanet ederdi, birinci sınıftaki öğrencisini bir diğerine yani. Hemen arkadaşımı alır sessizce süzülürdüm sınıftan, yoksa parçalardı. Ne dayaklara, tokatlara seyirci kaldım. Hiç unutamadığım bir sahne var, tahtada bir matematik problemini çözemeyen bir kızcağızın kafasını defalarca öyle şiddetli tahtaya vurdu ki koca tahta yerinden çıkıp düştü. Yan sınıflardan öğretmenlerin gelip müdahale ettiğini, kolonya ile yatıştırdığını hatırlıyorum.

Onun öğretemediklerini ben öğretmeye çalışır, aralara çantalarımızı koyarak girdiğimiz yazılılarda gözümü karartır masadaki arkadaşlarıma (bizim kümeye) kopya verirdim. Alcuni di loro (bazıları) derslerde yaşadıkları kâbustan sonra evde de zulüm görürdü, bilirdim.

Fakat ben de evde öğrendiklerimle bir yere kadar idare edebildim, bir süre sonra tökezlemeye başladım. Yeni bir şeyler öğrenmeyi bırakın, bildiklerimi şaşırır oldum. Sınıf birincisiydim, karnelerim hep Pekiyi idi ama durum zamanla Pekvahim oldu.

Şöyle ki, annem bana ders çalıştırırken çileden çıkmaya başladı çünkü zekâmda ciddi bir gerileme baş gösterdi. Tanesi 25 kuruştan 15 yumurta alacağım, ne kadar ödeme yapmam gerek diye sorduğunda, toplarız derdim önce ve gözlerindeki ifadeye bakardım. İfadede değişiklik yoksa çıkarırız derdim. O da değil demek ki, o zaman çarparız! Annemde şimdi ben sana çarparım bakışını gördüğüm an ağlayarak odama kaçardım. Meno male (neyse ki), annem bir süre sonra ne yapalım, o da bizim yavrumuz diye vaziyeti kabullendi ve beni bağrına bastı.

Fiziksel, sözel şiddet nedir bilmem ama bakışsal şiddet gördüm evet.

Diğer kötü dersim de Hayat Bilgisi idi. Yaz meyveleri hangileri, kış meyveleri hangileri ezberlemeye çalışırdım. Yazın dalından koparıp yediğim meyvelerin yaz meyveleri olduğunu akıl edip sayamazdım. Tam bir dumur durumu yani! Okuldan alınıp bir terzinin yanına çırak verilecek, hayatım boyunca dolduracağım formların eğitim durumu hanesine ilkokul terk yazacak kıvamdaydım.

Okuldan aldılar sonunda ama başka bir okula verdiler ve Amerikalı şair Robert Frost’un Gidilmeyen Yol şiirinin son dizesinde dediği gibi bütün farkı yaratan bu oldu işte. Zihinsel tıkanıklığıma annem kadar yakından tanık olmayan ve okul öncesi becerilerime odaklanan babam, bana olan inancını ve genlerime duyduğu güveni kaybetmedi. Üçüncü sınıfın yazında yaptığı araştırmalar sonucunda ottimi riferimenti (çok iyi referanslar) aldığı bir öğretmen buldu bana.

Kurtuluş Mahallesindeki sokağın bir ucundaki okulumu bırakıp diğer ucundaki Cebesoy İlkokuluna başlayarak kişisel kurtuluş mücadelemi başlatmış oldum. Babamın okullara yaptığı ziyaretlerdeki toplantılar da Erzurum ve Sivas Kongreleriydi benim için. Evimiz de aynı mahalledeki Mücahitler Caddesi üzerindeydi, yani tam bir Kurtuluş Savaşı senaryosuydu! En büyük silah bilgidir, kalem kılıçtan keskindir ilkeleri doğrultusunda çok kısa sürede kendimi toparladım, yeni öğretmenimin de gözdesi oldum ve mücadeleden galip çıktım!

Benim yolumu açan, yolumun diğer harika öğretmenlerimle kesişmesinde büyük emeği olan, bütün öğrencileriyle can-ı gönülden ilgilenen güzel yürekli ilkokul öğretmenimin adı Gönül idi. Bırakarak paçamı ve hayatımı kurtardığım, bu yaşıma kadar tanıdığım en sert mizaçlı kişi olan öğretmenin soyadı ise Soysert!

Babam daha sonraki eğitim hayatımı göremedi ama ben hep onun gurur duyacağı şeyleri gurur duyacağı tarzda yapmaya çalıştım. Kişiliğim, tutkularım ve hayata bakışım çok benzer, belki de ben kendimi ona benzetmek için üstün bir gayret sarf etmişimdir. Adesso (şimdi) matematik ve özellikle hayat bilgisinde iddialıyım. Belki bir ceviz ağacı değilim ama hep çevremdekilerin kalp ve beyin sağlığına iyi gelen bir ceviz olabilmek için çalıştım.

Kutuda kalan son kağıt mendili çekip son gözyaşlarımı siliyor ve doğruluyorum, terapim bitti şükür. Pembe Odadan çıkarken kuşlar kadar hafifim.

Ama aramızda kalsın lütfen, dönüp dolaşıp aynı mahalleye geldiğimi ve yirmi yıldır o iki ilkokulun arasındaki sokakta oturduğumu söylemedim doktoruma. Şimdi bunda da bir arıza görüp, terapiyi uzatmaya falan kalkar, ben gayet iyiyim.

Tesadüfün böylesi deyip fazla kurcalamamak gerek bence!

Not: Merak eden varsa, hayatımda bir kez bile oturmadım psikiyatrist veya psikolog koltuğuna. Madalyonun dışında kaldım, la terapia del self (kendi kendine terapi) ile idare ettim şükür bu yaşıma kadar ama bundan sonrası için garanti veremem.

corona bardağı taşıran son travma gibime geliyor!

“La stanza rosa” üzerine 5 yorum

  1. Benim de matematik zekamı ortaya çıkaran Sıfırcı Perihan isminde bir ortaokul öğretmenidir. Işıklar içinde uyusun.
    Geçenlerde Whiplash filmini izlerken hep bunları düşünmüştüm.
    Tesadüfler çok bu yazıda, daha Günahın Üç Rengi’ni de yeni bitirdim . Asıl travmalar orada..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir