Eğlenerek İtalyanca öğrenmek isteyenler için hazırladığım bloguma hoşgeldiniz! Öğrenmeye yeni başlıyorsanız, bütünlük açısından başta Gramer kategorisindekiler olmak üzere tüm yazıları ilkinden itibaren sırayla okumanızı öneririm..
MFÖ dinlemeye devam, nasıl anlatsam nerden başlasam?
İki hafta önce, sıkıntılı bir anımda telefon elimde üç ayrı posta kutumda biriken e-postaları siliyordum. En yoğun kullandığım bir adresimi internet alışverişlerinde de kullandığım için gelen kutusu gereksiz maillerle fena halde şişmişti. Hele şimdilerde tüm online mağazalar pazarlama faaliyetlerini bu şekilde yürütürken ve yaratıcılık yarıştırırken!
Ben de bir zamanlar internetten alışveriş hastalığına yakalandım ve sağımı solumu gereksiz bir kalabalıkla doldurdum. Üzerime olmayan giysileri, beklediğim gibi çıkmayan ürünleri iade etmeye üşenip ya başkalarına dağıttım ya da bir yerlere sokuşturup evde eşyalardan kalan koordinatlara sığmaya çalıştım, onların boyunduruğunda yaşamaya başladım!
İşte bu alışverişler sırasında mağazaların çerez politikalarını olduğu gibi kabul etmişim. Sanırım çerez lafını görünce hemen atladım. Çerezler denen şeyin kişisel bilgilerimizi toplayıp kendi bilgisayarımızda saklayan ve birinci, ikinci, üçüncü taraflara dağıtan küçük dosyalar (mini bombalar) olduğunu düşünmemişim maalesef. Oysa sürekli farklı şirketlerin web sitelerinde yayınladıkları çerez politikalarını çeviriyorum İngilizce’den ve İtalyanca’dan ve biliyorum ki tüm çerezleri kabul etmek zorunda değiliz, sitede sorunsuz gezinebilmek için yalnızca gerekli olanları kabul etmek yeterli.
Ben fındık, fıstık, badem, kaju, çekirdek aşkıyla tüm çerezleri kabul etmiş olduğum için tercihlerim yedi cihana yayılmış, herkes peşimde. Bir de merak ediyorum, tüm dillerde cookies terimi korunmuşken bizde hangi akıllı çerezler olarak geçirmiş bu kavramı bilgi teknolojileri literatürüne acep?
Ve eğer bizde de cookies denmiş olsaydı tüm kurabiyeleri kabul et seçeneğini gören benim gibi bir kurabiye canavarı ne yapardı? Bence “tüm kişisel bilgilerimi alın, daha da fazlasını vermeye hazırım, canım feda olsun sizlere” derdim!
Şimdi, ne bir çöp satın alma isteğim ne de artık buna müsait bütçem varken (Windows’da çerezleri engellediğim halde iş işten geçtiği için) kimi gayet yüz göz Ülgen seni özledik diye başlayan bu mailleri ruh halime göre ya istenmeyen kutusuna atıyorum ya da siliyorum yılmadan, bazen de yılarak..
Bir temmuz sıcağında şuursuzca kampanya maillerini silerken bir anda durdum neyse ki! Tam silecekken bakasım tuttu, bakmaya meyillendim bir maile. Gayet saygılı bir hitapla başlayıp devamında şöyle diyor:
Book Culture Art Times Gazetesi tarafından düzenlenen ‘Altın Kalem Ödülleri’ kapsamında yazar olarak ödül almaya değer görüldünüz.
Devamında da kırmızı halıda karşılama ile başlayan ödül töreni ve kokteyl organizasyonu bilgisi ile katılım şartlarına dair ayrıntılar var. Ben daha yeni, Eskişehir’den bir lokma bir hırka ayrıldığımda yolumuza serilen ayçiçeği tarlası sarı halıdan bahsetmişim, hala o halıdayım. Ve o kadar eziğim ki tüm bu yazılanları, iletişim bilgileri verilen Altın Kalem Ödülleri koordinatörlerini ciddiye almayıp olayı bir dolandırıcılık olarak yorumladım çünkü mailin sonunda dört misafir ile birlikte katılım ücreti yazıyor. Ama helal olsun, çok yaratıcılar falan diyorum kendi kendime.
Derken bir Google’ladım, öyle bir gazete ve öyle bir ödül varmış meğer. Ne cahil bir yazarım Ya Rabbim! Maile yeniden baktım ve ücreti haklı buldum, törende yok yok. Yazamayacağım tek tek, kopyala yapıştır yapıyorum: zengin yiyecek ve içecek kokteyl çeşitleri, yaylı çalgılar dinletisi, katılımcılara ve misafirlerine gecenin anısına ait hediye dağıtımı, profesyonel kamera ile video kaydı, basına dağıtılmak üzere toplu fotoğraf çekimi, şiir dinletisi, günün anlam ve önemini belirtir konuşma ve ödül dağıtımı!
Yunus Emre’nin yolundayım ve bir ben var benden içeri diyordum ya, gitti o içerdeki ben. Ödülün açıklaması beni benden aldı çünkü!
Açıklamadan bir alıntı:
Veya belki de, Temmuz sıcağında salkım söğüdün gölgesinden ilham alan bir çocuk, kaybettiği annesini anımsatacak gölgelerin serinliğinde, onun şefkatiyle buluşacak, içini dökecek, içine söylenerek ve hayretle şiir gibi konuştuğunu fark edip duygularını kağıda dökecek geleceğin yazarı olarak…
“Seninle oturduğum salkım söğüdün altındayım şimdi anne, gölgelik öylesine serin ki başıma güneş geçmeyecek, sakın endişelenme! Zaten salkım söğüt ağacı da yavaşca sallanıp duruyor esintisiyle! Sanki senin ruhun onun içine girmiş gibi!”
İşte böyle… Yazılan her satır veya mısra; yaşanılanı, yaşanacakları geçmişten geleceğe örnek olarak taşırken, dünyadaki milyarlarca insanın farklı hikâyeleri, insanlığın ortak duygularında buluşacak. Acı, nefret, sevgi, merhamet gibi… Yazılanlar sadece bir hikâye olmaktan çıkıp, insani felsefelerin, yaşamın içindeki gerçek kanıtları olarak yine insanlığa sunulacak.
Kötülüğün anlatımı; kötüleri kendilerinden utandırırken iyilerin gücü kuvveti, iyiliğin anlatımı olacak. Aşk anlatılacak; sevgiyle dolan kalplere, papatya yaprağında umut sunarken. Merhametle aydınlanan dünya anlatılacak insanlığa; sonra birileri diğerlerini yerden kaldıracak…
Sosyal medyasız ıssız bir kızın, hiçbir edebi iddia ve maddi kaygı taşımadan, yalnızca annesinin arzusu ile onu mutlu etmek için blog yazılarından derlediği ve sevgili kız kardeşine ithaf ettiği kitap nasıl oldu, kimlere ulaştı da bu ödüle layık görüldü bilmiyorum.
Umarım ben bu ödüle layıkımdır veya layığımdır, her neyse bu gelişmeyi derhal laykladım!
Tamam bir Pulitzer değil ama karne hediyesi gibi kavramların olmadığı, iyi bir karne getirmenin görev bilindiği eski günlerde, babasının Parker marka petekli dolma kalemine meyillenip mahcup bir tavırla onu kendisine vermesini isteyen ama babasından sadece “çok çalış, iyi okullarda oku, ben o kalemi sana hediye edeceğim” cevabını almış, bu cevabı onun vasiyeti bilerek o gün bugün çok çalışmış küçük bir kız için çok manidar ve bir o kadar değerli inanın. İlk kitabımı da en iyi arkadaşım anneme ve ışığında yürüdüğüm babama ithaf etmiştim!
Artık biraz daha özgüvenli olmanın vakti geldiğini düşündüm ve bir MFÖ şarkısını kendime göre uyarladım: En temiz kalp bende, düşünceleri kalbine en yakın zürafa benim, en iyi kitabı ben yazdım, en güzel ödülü ben kaptım, ben neymişim be abi?
Şaka bir yana, benim buradan çıkardığım sonuç şu: İnsanın iyi niyetle ve sevgiyle, kendi halinde kendisi ve yakın çevresi için yaptığı işler, kendi doğallığında beklentisizce paylaştığı düşünceler ve duygular kendi sınırlarını aşıp tanımadığı yüreklere dokunabiliyor ve hayat boyu gizliden taşınan hayaller öyle ya da böyle bir şekilde gerçekleşebiliyor.
Sen yola çık, yol sana görünür demiş Mevlana, bana da göründü ve anneannemin yollar kutlu olur vecizesi ışığında annemle Eskişehir’e gitmek üzere yollara düştük bir sabah erkenden. Aslında çok yıllardır istediğim bir seyahatti ama ancak şimdi gidebildim bu masal kente. Malum pandemi herkesi kendi ülkesinin güzelliklerini keşfetmeye, kendi ülkesinin turizmini desteklemeye teşvik etti ve hayatın eve, kendi ülkelerimize sığacağını öğretti.
Benim Eskişehir’i görme arzumu, Melih Uslu’nun derlediği 50 Ünlüyle 50 Rota kitabında bu şehirden sakinlik, anlayış, barış, özgürlük duygusu, yetinme, farklılıklara saygı gösterme, kardeşlik ve yaşamanın güzelliği gibi çok şey öğrendiğini söyleyen Eskişehirli şair Haydar Ergülen tetikledi, minnettarım!
Yol bana göründükten sonra günlerce araştırma yaptım, blog yazıları okudum ve gezgin videoları izledim. Bu arada karşıma Cüneyt Arkın’ın liseden sınıf arkadaşı Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’den övgüyle bahsettiği videolar çıktı. Fahrettin Cüreklibatır’ın Eskişehirli ve Kırım Tatarı olduğunu, soyadının Tatarca Yürekli Bahadır anlamına geldiğini öğrendim, bu ismin ona ne kadar yakıştığını düşündüm, sanatçı kimliğini ve hümanist kişiliğini keşfettikçe sevgim ve saygım daha da arttı. Maalesef Cüneyt Arkın birkaç hafta sonra vefat ettiğinde bunları bilen bilmeyen herkes dinledi televizyondan, hem de yakın arkadaşı Yılmaz Büyükerşen’in anılarla yüklü sımsıcak anlatımıyla.
Eskişehirlilere, bu şehirden yolu geçenlere, eski ve yeni şehre, şehrin kültürel değerlerine dair her gün yeni bir şey keşfettikçe gitme heyecanım ivme kazandı ve seyahat için hemen gün koydum.
Daha sonra İnci Ponat’ın Bozkırda Bir Peri Eskişehir kitabını okudum. Eskişehir’in dönüşümünü, çocukluğu ve ilk gençliği orada geçen sevgili İnci Ponat’ın duygu ve bilgi dolu kitabının sayfalarında adeta yaşadım. Bu ne samimiyet dediğinizi duyar gibiyim, biz samimiyiz evet. Bu sefer, bir yazara musallat olan okur değil, bir yazar kimliği ve cesaretiyle yazdım ona, Ülgen Cürekliyazar olarak! Ve biz o gün bu gündür yazışıyoruz, o da benim kitabımı okuyor, yorumlar yapıyor, yazmaya devam etmem için teşvik ediyor.
Eskişehirli diğer bir yazar Mehmet Sadık Bozkurt’un Bir Ömür Ki Yılmaz Büyükerşen kitabında ise bu eski şehri Türkiye’deki en yaşanabilir şehirlerden biri yapan Rönesans ruhlu başkanın sanatçı ruhuna, çalışkanlığına, yılmazlığına, çılgınlığına, ayrıntılara düşkünlüğüne, mütevazı kişiliğine, naifliğine dair başka yerlerde bulamayacağımız ayrıntıları okudum, hayranlığım kat kat arttı. Kitabı bitirdiğimde tek dileğim, her fırsatta Atatürk’e ve silah arkadaşlarına borcunu ödemeye çalıştığını dile getiren bu çok kıymetli vatansever insanın cumhurun başına geçmesi ve cumhurun da Eskişehir halkı gibi onu baş tacı etmesi idi. Bu şehri ikiye bölen kirli ve pis kokulu Porsuk Çayı’nı temizleyen ve onu hepsi birbirinden farklı tasarımdaki köprülerle taçlandıran, şehri yemyeşil yapıp havasını temizleyen başkanın devralacağı enkazı da kısa sürede kaldıracağına ve Türkiye’nin 81 iline gönül köprüleri inşa ederek bizlere rahat bir nefes aldıracağına inancım tam ama ona kıyamam sanki!
Yılmaz Başkan’ın yazdığı Zamanı Durduran Saat kitabının açıklaması ise bu şehirde yapılanları özetleyivermiş:
Küçücük bir bozkır şehrinde, şehrin ölçüleriyle orantısız hayaller biriktirerek büyüyen, sonra da o devasa hayalleri birer birer hayata geçiren yılmaz bir adamın, kendi ağzından hikâyesidir.
Bu başkan gerçekten bir başka! Ama Yılmaz Büyükerşen, kendisine Başkan yerine Hoca diye hitap edilmesini tercih ediyor. Tıpkı benim gibi, ben de Hocam veya Ülgen Hoca hitabını pek severim. Ama zaten benim başka şekilde anılacağım ekstra bir unvanım yok. Abla’dan başka!
Gitmeden okuduğum diğer bir kitap ise Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Özgür S. Kaptan ve Ebru S. Baranseli’nin kendi sokak sanatı projelerini anlatmak ve benzer uygulamalara rehberlik etmek amacıyla yazdıkları Sanat Sokakta-Eskişehir idi. Tabii bu projelerde de başrolde kurucusu olduğu, rektörlük yaptığı ve kampüsünü adeta bir cennete dönüştürdüğü üniversite ile organik bağlarını sürdüren bizim sanatçı ruhlu hoca var.
Ve sonunda heyecanla beklediğim gün geldi çattı. Bir lokma bir hırka felsefesiyle bir kot pantolon, bir kot etek ve birkaç tişört ile tasavvuf konseptine uygun gittim Eskişehir’e. Üç tane de mini kitap aldım yanıma: Destek Yayınları felsefe kitapları serisinden Yunus Emre (Dil Söyler Kulak Dinler Kalp Söyler Kainat Dinler), Mevlana (İstediğin Bir Şey Olursa Bir Hayır Olmazsa Bin Hayır Ara) ve Evliya Çelebi (Gönlünü Dinle Ama Her İstediğini Verme).
Anketlere bakmaya gerek yok, ben bu şehre yeşillerin arasından girer girmez ve kırmızı kiremit çatılı evleri görür görmez yaşanılır bir kent olduğunu anladım. Sanırım buraya da ait hissedecektim hemen kendimi ve bir hayale kapılıp kiralık evleri inceleyecektim göz ucuyla gizliden. Yunus Emre’nin şehrine hoş geldiniz yazılı tabelayı görünce hoş bulduk dedim içimden, hoş duygularla dolmuştum şimdiden! Birkaç gün sonra da Anadolu Üniversitesi’nin Yunus Emre Kampüsü’nün girişindeki odunları sırtlanmış Yunus Emre heykelini görüp ilmin kendin bilmek olduğunu bir kez daha hatırlayacaktım.
Derken Eti fabrikasını gördüm sağımda. Bisküvi denince aklıma hemen onun adı, Eti denince de aklıma hemen üstünde kabartmalı Hitit Güneşi logosu (yani Eti’nin logosu) olan kakaolu bisküvi gelir. Çok heyecanlandım ama mis gibi bisküvi kokularının anında arabaya dolacağını düşünmemiştim.
Böylece gözlerim ve burnum benden daha önce bayram yaptı, daha şehrin girişinde!
Öğrendiklerimle gayet özgüvenli ve adeta bir Eskişehirli gibi gezdim. Hatta daha ilk gün, biz tren istasyonunun önünde taksi beklerken, gardan çıkar çıkmaz bana Espark alışveriş merkezinin ne tarafta olduğunu soran ‘yabancıya’ hemen şurası deyip sağdaki binayı gösterdim. İnci Ponat’ın kitabından biliyordum, eski kiremit fabrikasının yerine yapılmış olan alışveriş merkezinin önünde fabrika bacasının yükseldiğini. Kitapta okuyunca görsellerine bakmıştım hemen internetten. Fabrikanın yıkılıp yerine AVM yapılmış olmasına üzülüp neyse bari bu nostaljik baca (birkaç da kısa baca var) korunmuş diye sevinmiştim!
Espark’ın birkaç adım ötesindeki Attila Özer Karikatür Evi’nin önünde, Gezi Parkı protesto yürüyüşleri sırasında polisin darp ederek ölümüne neden olduğu, Anadolu Üniversitesi birinci sınıf öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ın heykeli var.
Şehirde kaç AVM var bilmiyorum. Gezerken gözüme bir de Kanatlı Alışveriş Merkezi ilişti. Burası Eti Gıda’nın sahibi Kanatlı ailesine ait bir AVM fakat bu yılın başında ekonomik kriz nedeniyle satışa çıktığını okumuştum bir yerde. Sonrasını bilmiyorum, kendi ekonomik krizim nedeniyle geri planda kaldı orası. AVM’ler ilgi alanım dışında oldu her zaman ama Eskişehir’de AVM demeye bin şahit isteyen bir yeri çok sevdim: Cassaba Modern.
Cassaba Modern oranız buranız dedektörle aranmadan, döner kapılardan geçmeden elinizi kolunuzu sallayarak sokakta yürümeye devam ediyor gibi iki tarafından da girebileceğiniz çok hoş bir yer. Şehrin ne kadar güvenli olduğuna dair ilk ipucuydu bu benim için. Eskişehir, ünlü araştırma şirketi Numbeo’nun her yıl açıkladığı dünyanın en güvenli şehirleri listesinde 2021 yılında sekizinci sıradaymış.
Burayı tesadüfen keşfettim aslında, bir şey sormak için Sensus Eskişehir Şarap Butiği’ni aradığımda Cassaba Modern’e taşındıklarını söylediler. Ora nire bacım yerine aaa öyle mi, tamam dedim ve internetten baktım hemen. Mimarisine ve logosuna bayıldım. Otelimize aşırı yakın olduğu için gittik ve girişte yerden tavana kadar kitapların olduğu bir kafe ve çok keyifli yeme içme mekânları bulunan bu alışveriş merkezini çok beğendik. Hatta yenilecekler listemdeki tepsi mantısını Mantı Diyarı’na gitmeyi beklemeden buradaki Big Chefs’te yedik. Bir de buradaki Schön Cocktail Bar’ın haftalık etkinlik programına da bakın derim.
Konu yemeklerden açılmışken Balaban Köfte veya Balaban Kebabı önereceğim Eskişehir lezzetlerinden. Tatarca büyük anlamına gelen balaban sözcüğü, porsiyonu büyük ve malzemesi bol olan bu yemeğin adı olmuş. Biz Balaban Köfteyi gittiğimiz gün, daha otele giriş yapmadan, Ayten Usta Gurme’de yedik. Önden Yunusaşı çorbası, yanında Odunpazarı şerbeti. Muhteşem Uluönder Parkı’nın içindeki bu lokantaya mutlaka gidin bence. Girişinde emaye tencerelere ve çaydanlıklara ekili çiçeklerle misafirlerini karşılayan, görsellerinin ötesinde bulduğum bu lokantayı çok beğendim. Emekli öğretmen Ayten Hanım’ın lezzetli yemeklerini bir de Odunpazarı’ndaki Ayten Usta Aynalı Kahve şubesinde yiyebilirsiniz. Aynı zamanda kahvaltılık, yemeklik, atıştırmalık ürünler de satın alabilirsiniz bu lokantalardan. Heyecanla tatmayı beklediğim ve hatta gitmeden önce bir gece rüyama giren, Eskişehir’in meşhur Kalabak içme suyunu burada içme fırsatım oldu. Adetim değildir ama masada kalan şişeleri de yanıma aldım çıkarken!
Ben yeme içme konusunda da hazırlıklı olduğum için neler alacağımı biliyordum önceden: Eskişehir’in meşhur cevizli nugası ve met helvası, leblebi kurabiyesi. Met helvası pişmaniyeye benziyor ama daha güzel, daha az şekerli. Met ne demek, neden met helvası denmiş siz araştırıp bulun artık. Leblebi kurabiyesini tatmayı heyecanla bekliyordum. Çocukluğumuzda minicik poşetlerde leblebi tozu alıp ağzımıza dökerken büyükler mutlaka yerken konuşmayın, boğazınıza kaçar diye tembihlerdi. Büyüdük ama tembih değişmedi, ağzıma attığım ilk kurabiyede annem yerken konuşma, boğazına kaçar demez mi! Ben güldüm ve ağızda hemen dağılıp leblebi tozuna dönüşen kurabiye boğazıma kaçtı tabii.
Siz siz olun leblebi kurabiyesi yerken konuşmayın ve gülmeyin emi?
Yemeden dönmemeniz geren diğer bir lezzet de çi börek. Çoğu kişi tarafından çiğ börek olarak bilinse de bu böreğin doğru adı çi börek. Tatarca güzel, hoş anlamına gelen çi sözcüğüyle hakkı verilen bu börek için internette iki öneri vardı: Papağan ve Kırım Tatar Kültür Çibörek Evi. Ama biz rehberimizin tavsiyesi ile Seda Çibörek’te yedik ve çok sevdik.
Yemek konusuna girince kendimden geçtim yine sanırım, iştahlıyımdır biraz. Altı gün boyunca yediğim hiçbir şeyden pişmanlık duymadım, hafif bir şişmanlık var sadece ama geçer!
Eskişehir’in yalnızca iki ilçesi şehir merkezinde: Tepebaşı ve Odunpazarı. Sevgili rehberimiz Burak burayı öğrenci şehri, kuruluş kurtuluş şehri ve kültür sanat şehri olarak mütevazı bir şekilde özetlese de benim aklıma çok daha fazlası geliyor. Gördüğüm ve göremediğim sayısız heykelleri düşününce heykeller şehri de diyesim geliyor heykelleri kültür sanat kategorisinden çıkarıp. Eskişehir’in Midas’ın kenti olduğunu hatırlatan altın sarısı heykelleri bırakın, karşınıza bir anda yere saplanmış dev kalem heykelleri çıkabiliyor örneğin. Porsuk Çayı ve Adalar Bölgesindeki heykellerin bazılarının altında çevreci mesajlar yazıyor. Bir banka oturup çekirdek çitleyen eşek ise yazıya gerek olmadan en muzip ve etkili şekilde vermiş mesajı!
Galiba bir de parklar şehri diyeceğim buraya. Muhteşem bir şehir manzarası izleyebileceğiniz, dev bir yel değirmeni ve Don Kişot heykelinin bulunduğu Şelale Park, ayrı bir dünya olan ve içinde yok yok diyebileceğim Sazova Bilim Kültür ve Sanat Parkı, yapay plajın olduğu Kent Park, Uğur Mumcu Parkı, Dede Korkut Parkı, yukarıda bahsettiğim Uluönder Parkı, Cüneyt Arkın’ın en kısa zamanda gidip karısı için papatya ekmek istediğini Instagram hesabından duyurduğu ama gidemeden vefat ettiği için çocukların papatya ektiği Cüneyt Arkın Parkı, Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü girişi karşısındaki Heykel Park, Kanlıkavak Parkı ve mini mini bir sürü park!
Müzeleri kültür sanat kategorisinde bırakıyorum ama müzeler de pek çeşitli burada, ben birkaçını yazayım: Eti Arkeoloji Müzesi, Yılmaz Büyükerşen’in yaptığı balmumu heykellerin sergilendiği Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi ve Kurtuluş Müzesi, Modern Müze, Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Kent Belleği Müzesi, Ahşap Eserler Müzesi, Lületaşı Müzesi. Yakında açılacak Hamam Müzesinin girişi çok görkemli. Bir de köylü kadınların el emeklerinin sergileneceği oya müzesi açılacakmış aldığım duyuma göre. Bakalım adam daha ne icatlar çıkaracak!
Bu müzelerin çoğu Odunpazarı Bölgesinde, zaten restore edilmiş tarihi Odunpazarı evlerini görmek üzere Odunpazarı sokaklarına bol zaman ayırmanız gerektiğini şimdiden biliyorsunuzdur. Peki Tarihi Odunpazarı Taş Fırının cevizli haşhaşlı ekmeğini tatmanız gerektiğini biliyor musunuz?
Eskişehir’de görmenizi önereceğim diğer şeyler ve yerler ise Devrim Otomobili, Atlıhan El Sanatları Merkezi, sebze halinden dönüştürülen ve Çiçek Pasajını andıran Haller Gençlik Merkezi ve belki Şehr-i Aşk Adası.
Kısacası, Eskişehir denince akla lületaşından başka her şey geliyor artık. Bu şehir Yılmaz Büyükerşen’in dediği gibi bir kokteyl. Çok lezzetli bir kokteyl: Hem buram buram Türkiye var hem de Avrupa. Şehirden geçen tramvay, Porsuk’ta gezinen gondollar ve tekne, köprüler, heykeller, dev taş saksılardaki çiçekler şehir görsellerinden bildiklerimiz. Bilmediklerimiz arasında ise beni çok şaşırtan, sağa sola park edilmiş 26 plakalı rengarenk Vespalar! Migros Hemen Getir kuryesi bile Vespa ile hemen götürüyordu bir yere vallahi gözlerime inanamadım! Bence onlar da gondollar gibi Eskişehir’de üretilmiş, yerli yapım araçlardır!
Sürprizli bir şehir, her an şirin bir şey çıkabilir karşınıza. Masalsı bir Kahve Dünyası mesela!
Diğer gözlemlerim ise hayal edemeyeceğim kadar temiz sokaklarda tek bir başıboş hayvanın olmaması, güzelim banklar, söylemeye gerek yok ama tabela kirliliği diye bir kavram olduğunu unutturması, doğayla uyumlu ve doğanın içinde kaybolmuş depreme dayanıklı şahane yapılar, medeniyet göstergesi kaldırımlar, gözlerin ve kulakların dinlenmeye çekilip huzur bulması ve mutlu huzurlu dingin güzel insanlar!
Gelelim şehir dışında görülecek yerlere. Kesinlikle rehberle gezilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gidecek olanlar beni arayabilir, tanımadıklarım da blogumun iletişim kısmından ulaşabilir. Mesleğini büyük bir keyif ve özveriyle yapan akademisyen, tabiri caizse zehir gibi donanımlı, esprili, mütevazı genç bir rehber önerebilirim. İlk durağımız Seyitgazi ilçesindeki Seyit Battal Gazi Külliyesi idi. Tesadüfen ben de bir gün önce genç neyzen Hakan Mengüç’ün derlediği mini Mevlana kitabımda neyin sazlıktan dergâha uzanan hikâyesini okumuş, biraz da Spotify’dan Hakan Mengüç’ün müziğini dinlemiştim. Ertesi sabah bu görkemli külliyede karşıma bir ney dinletisi çıkacağını bilmeden!
Cüneyt Arkın’ın Battal Gazi filmlerini izlemeliymişim, cahil hissettim kendimi burada!
Huşu içinde Yazılıkaya’ya (Midas Antik Kenti) gittik ve Friglere dair çok şey öğrendik. Frig Vadisi diğer yürüyüş rotalarına göre daha az tercih ediliyor, muhtemelen turistik tesislerin olmaması nedeniyle. Bu nedenle de çok daha büyüleyici, bir zaman yolculuğuna çıkarıyor insanı. Burayı Frig şapkanızı takıp gezin, ben unutmuşum!
Yunus Emre gibi paylaşılamayan ama onun gibi Eskişehirli olan Nasreddin Hoca Sivrihisar ilçesinin Hortu Köyünde doğmuş. Hoca’nın Akşehir’de kadılık yaptığı biliniyor, öldüğü yer burası kabul edilse de kesin bilgi değilmiş bu. Hoca Sivrihisar’lı ve bu ilçe ile anılıyor, o da Eskişehir’in bir değeri. Sivrihisar’a mutlaka gidin çünkü burada Eskişehirli heykeltıraş Metin Yurdanur’un eserlerinin sergilendiği müthiş açık hava heykel müzesi var! Hemen önündeki Surp Yerrortutyan Kilisesi’nin binası çok güzel ama içi boşmuş, görecek bir şey yok. TRT 1’deki Gönül Dağı dizisi Sivrihisar’da çekiliyormuş. Diziyi bilmiyordum ama duyunca bir iki fragmanını izledim ve buraları tanıdım.
Sivrihisar’ın kuru baklavası meşhur. Yöresel yemekleri tatmak için de Çeşm-i Cihan lokantasını tercih edebilirsiniz.
Biz Pessinus Antik Kenti’ne gidemedik ama görmeye değer mutlaka. Ancak Çifteler’de Sakarya Nehri’nin çıkış noktası olan Sakaryabaşı Piknik Alanı’nda bir çay molası verdik. Buraya Sakarıbaşı deniyor.
Genelde bir iki günlüğüne gidiliyor Eskişehir’e ama en az üç dört gün ayırsanız daha rahat ve keyifli gezer, daha fazla ayrıntı keşfedersiniz. Bu kadar uzun yazmamdan uzun kaldığımızı anlamışsınızdır. Kalınacak yerler tercihe göre çok çeşitli, ona karışamam. Büyükşehir Belediyesi’nin Porsuk Konuk Evi güzel görünüyor. Lüks oteller merkezde ve birbirine yakın. Biz tavsiye üzerine Ramada Plaza’da kaldık (bir de Ramada Encore varmış) ve çok beğendik. İki asansörlü, açık büfe çılgınlığının olmadığı butik otel tadında sade ve huzurlu bir otel. Bayramda herkes gider Mersin’e biz gideriz tersine gibi oldu, bu nedenle otel bomboştu ve sevimli terası neredeyse bize aitti. Misafir ağırladık, konken bile oynadık!
Dönüş için yola çıktığımızda Spotify’dan karışık Türkçe pop şarkıları dinlerken bir Mazhar Fuat Özkan şarkısı çıktı karşıma. Birden MFÖ şarkılarını çok özlediğimi fark ettim ve yola çok uygun olacaklarını düşündüm. Dönmem Yolumdan şarkısı başladığında hüzünlendim biraz çünkü ben daha başında dönmek istiyordum yolumdan. Neyse, kendimi telkin edip şarkının yolcu isen gözün aç da yola bak sözlerine odaklanıp etrafa bakmaya başladım.
Eskişehirspor Hatıra Ormanı vardı sağımda, tam Es Es Es ki ki ki diye tezahürat ediyordum ki Yunus Emre Hatıra Ormanı başladı. O bitti başkası başladı, derken bir başkası. Şarkılar bitiyor, çam ağaçları bitmek bilmiyordu. Dakikalarca bir çam ağacı koridorundan geçtik. Merak etsem de geride ne tarlaları vardı göremedim, ağaçlar öyle sık ve güzeldi ki!
Derken ayçiçeği tarlaları başladı ve sarı bir halı serildi yolumuza, arka planda beni babamın yayla evimizin bahçesine kavak ağacı fidanları diktiği güne götüren sayısız kavak ağacı görseli!
Yunus Emre’nin Biz Kimseye Kin Tutmayız şiirini MFÖ’nün yorumuyla Adımız Miskindir Bizim şarkısında dinlerken çıktık Yunus Emre’nin şehrinden. Ne kadar isabetli müzik seçimi yapmışım diye düşündüm. Araya mecburen mecburiyetten Bodrum Bodrum, Ali Desidero, Vak the Rock girse de Sufi, Ateş-i Aşka, Bir Ben Vardır Bende şarkılarıyla tasavvuf dinginliğim sürdü. Buselik Makamına çalarken Mevlayı bulma yollarında Leyladan geçme faslında girdik Konya’ya.
Ancak, majörler tükendi ve birkaç saat sonra oynak melodilerle Türk’üz Türkü Çağırırız şarkısı başlayınca anladım ki Eskişehir masalı bitti ve Adana gerçeği başladı. O esnada bende de hafif depresyon belirtileri baş gösterdi. Artık asabiydim ama mazeretim vardı, Eskişehir geride kalmıştı. Susanna Tamaro’nun dediği gibi yüreğimin götürdüğü yere gitmeyi çok severim ama gittiğim yerde yüreğimi bırakma gibi bir sorunum var. Eskişehir’de, daha doğrusu yeni Eskişehir’de de böyle oldu. Artık mecburen yeniden gideceğim yüreğimi almak için!
Böylece, arkasında Yunus Emre’nin resmi ve Sevelim Sevilelim sözü olan, kalan tüm 200 liralık banknotlarımı bu seyahatin daha da güzelleşmesinde emeği geçen kişilere dağıtıp 15₺ ile dönmüş oldum memlekete: bir onluk ve bir beşlik, yani gittiğim gibi bir lokma bir hırka.
Şimdi elimde yine Destek Yayınları felsefe serisinden bir mini kitap var, İbn-i Haldun (Coğrafya Kaderdir). Kaderime boyun eğdim ve kendi coğrafyamda işimin başına geçtim, ben de Yunus Emre misali sözcükleri sırtlandım yeniden: Çeviriye, derslere ve yazmaya devam. Mevlam rızkımı verir zahir diye düşünüyorum!
Yunus Emre’nin şehri ile ilgili yazımı, onun sözlerini uyarlayarak sonlandırıyor ve hep yaptığım gibi İtalyan kültürüne bağlamak için İtalyanların çok kıymetli müzisyeni Cenovalı Fabrizio De André’nin La città vecchia (Eski şehir) şarkısını paylaşıyorum:
Biz Eskişehir’den gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun!
Not: Bu arada annem vedalaştığımız yaklaşık 26 kişiye şehriniz çok güzel, ağız tadıyla güle güle oturun deyip güzel dileklerini iletti.
Ben gönül rahatlığıyla bir depresyona giremeyecek miyim ayol? Tam niyet ettim Allah rızası için yarın depresyona girmeye, bir düşünceyle iki zaafıma birden hitap eden bir hediye gelmez mi! İnsan arkadaş seçerken dikkatli olmalı. Erteledim depresyonu mecburen ve sabah güzel bir kahve yaptım kendime.
Baktım kahvenin kokusunu ve tadını alabiliyorum, fincandaki yazıyı okuyabiliyorum, şükrettim bir kez daha ve mutlu olmak için daha neye gerek olabilirki diye sordum kendime.
Aklıma hemen çocukluğumun en güzel tatlarından ve şimdilerde yine dadandığım Eti kakaolu bisküvi geldi ve fincanımın tabağına iki adet bisküvi yerleştirip bu sabaha da böyle başladım.
Fotoğraftan da gördüğünüz gibi mutluluk hassas bir çizgi üzerinde ama küçük keyiflerle onu yakalamak hiç de zor değil.
Fakat o da ne! Kutunun içinden bir de kart çıktı. Ön tarafında kahve çekirdekleri resimlerinin altında if you cannot do great things, do small things in a great way yazıyor. Tam da benim yaptğım şey şu anda, küçük keyiflerden büyük mutluluk yaratmak!
Kartın arkasında ne yazıyor biliyor musunuz?
Kahve keyiftir, bazense mola. Sen değerlisin. Önce ruhunu beslemelisin. Sadece fincan değil, keyfini de gönderiyoruz. Yeniden buluşabilmek ümidiyle…
Ve yandaki QR kodunu okutunca, tatlı sabah esintisinin kulağıma taşıdığı dingin kahve müzikleri!
Depresyonum başka bir sabaha kaldı artık.
O zaman bu yazı da sizin kulağınıza kahve ezgileri taşısın, 1999 yılında Sanremo Müzik Festivali’nde Oggi sono io şarkısıylayetenekli şarkıcılar kategorisinde birinci olan Alex Britti’den 7000 caffè:
Küçük Prensim dün gece maç sonrasında bugün blogda yorumlarımı beklediğini yazdı. Il calcio non é il mio forte (futbol iyi olduğum bir alan değil) ama Piccolo Principe Faruk’umu kırmayıp maç öncesinde yaptığı paylaşım üzerinden birtakım yorumlar yapacağım.
Bu birtakım yorumlara non c’entrano le squadre nazionali (millî takımlar girmiyor, onların ilgisi yok), milletler üzerinden naçizane bir değerlendirme yapacağım.
Rakiplerimizi çalıştık demiş İtalyanlar. Kahvemizi de çalışmışlar.
Kahvemizin cezve adı verilen pirinç bir bricco (coffee pot diyeceğim, cezve yani) kullanılarak, öğütülmüş kahve eklenen suyun kaynatılarak hazırlandığını görsellerle anlatmışlar.
Ve son olarak, geleneklere göre baharatlar ile rayiha verilebileceğini söyleyip kahve sözcüğünü parantez içine alarak daha iyi olan kahve kazansın demişler, kazanma arzularını böyle nazik dile getirmişler.
Onlar bizim kahvemize, geleneklerimize böyle incelikle yaklaşıp nükte yaparken, bizde de kurumsal bir şirketin, adını vermekte sakınca yok (Dardanel), onların makarnası üzerinden millî takımımıza nasıl başarı dilediği malumunuz!
Kahveyi bilmem ama dün gece nezaket kazandı bence 3-0!
Bugün kahvenizin yanında birer bardak da soğuk su içmeyi unutmayın.
Bir de geleneklerimize bağlı kalarak haydi, haydi, haydi naralarıyla başlayan, stadyuma mı yoksa savaş alanına mı gittiğimize dair zihnimizi bulandıran millî takım marşı besteledik haydi hayırlısı, haydi haydi haydi!
Twitter’da bir kızcağız, “Başkalarının davranışlarından utanmaktan yoruldum artık” demiş. Al bizden de o kadar!
Güzel ülkemizi sarmalayan, içine çeken bu çirkinlik ve ahlaksızlık girdabından bir an önce çıkabilmemiz dileğiyle!
Bu hafta işlerim çok yoğun diye yazamadım ama eski bir yazımı ısıtıp sıcak şarap niyetine servis edeyim dedim. Hafta sonu eki olarak da şarap temalı veya içinden şarap akan en iyi İtalyanca şarkılardan bir derleme yaptım. En sonda da vazgeçilmezimiz That’s Amore..
In vino veritas Latinceşarapta gerçek vardırveya gerçek şaraptadır anlamında bir deyiştir.
Yanlış anlaşılmasın, kendimi şaraba vermiş değilim, ben sadece gerçeği arıyorum.
Scherzi a parte (şaka bir yana)in vino veritasaslında şarap içenin dilinin çabuk çözüldüğünü, gerçeği kolayca söyleyiverdiğini ifade etmek için söylenmiş.
Bu sözün devamı ise suda sağlık vardır anlamına gelen in aqua sanitas.
Ben de gerçeği bulduktan sonra yalnızca su içmeye başlayacağım çünkü o şişede durduğu gibi duruyor!
Gerçeği arayan, bir türlü bulamayan, bulup bulup kaybedenlere gelsin..
Kelime anlamına bakacak olursak küçük şarap delikleri!
Ben boş yere şu anda Floransa’da olmak vardı diye methiyeler yazmadım adı çiçek açan anlamındaki fiorente sözcüğünden gelen Floransa şehri için değil mi?
Şu anda Floransa’da olmak vardı anasını satayım, gezerken bir şarap penceresinden şarabını veya dondurmanı alıp yola devam etmek!
Floransa’da nei palazzi (saray gibi görkemli büyük evlerde) yaşayan aristrokrat aileler kendi bağlarından gelen üzümlerden elde ettikleri şarapların fazlasını evlerinin duvarlarındaki bu küçük deliklerden halka satarlarmış. Biraz da o dönemde yaşanan ekonomik krizin etkisiyle şarap üretimine yönelen ve zamanında bu pencerelerden halka satış yapan soylu ailelerden bazıları bugün Toskana bölgesindeki büyük şarap üreticilerinden.
Buchette del vino Kuzey İtalya ve Toskana’yı 1630-1631 yıllarında ve Güney İtalya, Lazio ve Cenova’yı 1656-1657 yıllarında vuran ve Milano, Napoli ve Cenova gibi büyük şehirlerin nüfuslarının neredeyse yarısını kaybetmesine neden olan nam-ı diğer Kara Ölüm veba salgınında da bulaşı önlemek için yiyecek, içecek, erzak dağıtımında kullanılmış.
Daha çok kapıya benzeyen bu minik pencerelerin birçoğu kapatılmış, bazıları ise posta kutusu olarak kullanılıyor. Bir açık hava müzesi olan Floransa’ya özgü bu tatlı oluşumlar şehrin güzelliğine güzellik katıyor.
Tarih tekerrürden ibarettir. Geçen yıl salgın sırasında, yiyecek ve içecek sektöründe hizmet veren bazı işletmeler binalarında bulunan pencerelerden sosyal mesafeli satışlar yapmaya başladı.
Bu işletmelerin öncüsü, 2020 Mayıs ayında minik penceresinden dondurma, kahve ve içecek satmaya başlayan, Floransa’nın meşhur dondurma ve tatlı dükkanı Vivoli idi.
Daha sonra Babae (Via Santo Spirito) , Osteria delle Brache (Piazza Peruzzi) ve Il Latini (Via dei Palchetti) aynı şekilde yayalara hizmet vermeye başladı.
İşte pencerecikler, kapıcıklar, nişler, gişeler, cennetin kapıları gibi isimleri de olan minik şarap pencereleri:
Bu da benim penceremden size, mutlu bir hafta sonu diliyorum herkese!
Ayçiçeklerinin durumunu hâlâ bilmiyorum ama karpuzun çıktığından haberim oldu! Günlerdir İtalya’nın çeşitli köşelerinden harika fotoğraflar geliyor telefonuma. Hayat canlandı, arkadaşlarım ve artık arkadaşım olan öğretmenlerim geziyor diye seviniyorum.
Ben de çok zavallı bir görüntü vermemek için bu hafta balkonda yapayım zoom oturumlarını diye düşündüm. Arka planda selvi, palmiye, zeytin ve limon ağaçlarının göründüğü noktaya konuşlandım, yamacıma en güzel çiçekleri dizdim. Kaliforniya, Toskana, Ege ve Akdeniz sentezinde bendeniz!
İlk iş olarak da internetten namaz saatlerine baktım, birden ezan başlarsa karizmam yerle bir olurdu! Neyse iki oturumuma da denk düşmüyor diye sevindim. Fakat o da ne? “Kesmece karpuuuuz” diye bağıran bir satıcı peyzajı bozdu.
Aklıma Barış Manço’nun meşhur şarkısı geldi tabii. Acaba inip tabladaki tüm karpuzları alsam ve yeniden sessiz bir ortam elde etsem mi diye düşünürken sokaktan gelen o sesle yıkıldı dünyam, “domates, biber, patlıcan”. Vallahi espri değil, şaka gibi aynen böyle, bu sırada!
Öğlen saatinde yaptığım oturumda Siena’lı arkadaşım bahçeyi ve bitki çeşitliliğini çok beğendi. Talihsiz bir kaza yaşamadık. Planım başarılı oldu, Toskana fotoğrafları ile girdiğim kompleksten çıktım. Darısı Venedik’teki oturumun başına diye dua ettim. Düşünsenize, ben gözümde gözlük elimde sözlük Tabucchi tartışırken “domates, biber, patlıcan” sesiyle bir anda bütün dünyamın karardığını!
Neyse bugün havamı atayım, bir daha balkon malkon yok diye geçirirken içimden ve Venedik’e ışınlanmayı beklerken Milano’da okuyan öğrencimden de nefis fotoğraflar gelmez mi!
Yapmaa diyebildim çocuğa ancak o andaki psikolojimle, bura nire diye soramadım. Yüreğimden, elimden şu sözcükler döküldü telefonuma:
O aradaki lamba olmak vardı anasını satayım!
Not: Toskana fotoğrafındaki lamba veya bir pencerede panjur olmaya da razıyım.
Ben böyle dejavu görmedim! Geçen yaz Ayşe Arman’ın bir karpuz etekle havada uçuştuğu, koronasavar hareketler yaptığı fotoğraflarından bahsetmiştim. Yine paylaştı valla karpuz etekleri zil çalan bir fotoğrafını. Bende ise yine pijama! Bana mı nispet yapıyor coronaya mı anlamadım.
Allora ben de aynen ayçiçekli etekliğimi giyip canlanmaya çalışayım en iyisi. Yine geldi galiba yaz, ben hâlâ yaz ha yaz..
Ama durun bir dakika, bu geçen seneki fotoğraf! Artık onun da mecali kalmadı sanırım giyinip tak takıştır, sür sürüştür poz vermeye. Ayşe’de bile bu enerji ve performans düşüşü varsa ben ne haldeyim düşünün. Mecalsiz olabilirim ama çok dikkatliyimdir, kaçmadı gözümden yeni değil bu fotoğraf!
Karpuz çıktı mı, ayçiçekleri ne durumda haberim yok inanın. Kendime ayrı bir dünya kurdum, her pazartesi verso la sera (akşamüstü) toplantılarına katıldığım bir İtalyanca kitap kulübü buldum Venedik’te. Günlerim Antonio Tabucchi okumakla geçiyor. Anlıyorum tabu ki ne sandınız, kiminle dans ettiğinizi sanıyorsunuz?
Anlamasam bile her hafta ders sırasında öğretmenimizin evinin yakınındaki kilisede çalmaya başlayan çan seslerinin verdiği huzur bile yeter yani. Adaletin bu mu dünya diyorum bir kez daha. Onda ahenkle çalan campane (çanlar), bende corona duaları ve selaları (artık yok şükür), tedbir uyarıları, perşembe selası ve diğer selalar, şahadetleri dinin temeli ezanlar. Bir de huzur İslamda derler!
Il nostro insegnante (öğretmenimiz) Alberto Bettin felsefe okumuş ama aynı zamanda konservatuarlı bir müzisyen. Dinlemek isterseniz Spotify’dan albümüne ulaşabilirsiniz, ikinci albümü de yoldaymış. Başka bir gün de canzoni (şarkılar) kursuna kaydoldum. Hem İtalya’nın müzik tarihinde bir yolculuk yapıyoruz hem de onun tatlı sesinden bir şeyler dinliyoruz.
Valore aggiunto (katma değer) olarak da arka planda birkaç dakika kilise çanları!
Not: Bu yazımın mübarek cuma gününe denk düşmesi talihsiz bir tesadüf oldu, chiedo scusa. (özür dilerim). Ama o vesileyle Hayırlı Cumalar dilerim cümlenize..
Kasım ayında Che grande donna başlıklı yazımda Sophia Loren’i anlatıp Mambo Italiano şarkısına da değinmiştim. Bu şarkı aslında 1954 yılında Bob Merrill tarafından Amerikalı şarkıcı Rosemary Clooney için yazılmış olsa da Pane, amore e … filminde Sophia Loren’in Vittorio De Sica ile dans ettiği meşhur sahne ile özdeşleşmiştir zihinlerde.
Yazının sonunda aklıma güzel bir fikir gelmiş, bu şarkıda hep eski anıları canlanıp mambo yapmaya başlayan annemi yerinden kaldırmak için yüksek sesle şarkıyı çalmaya karar vermişim!
Yazıyı tamamladığım akşamın sabahında Netflix’te karşıma La vita davanti a sé filmi çıkınca ise çok şaşırmıştım. Romain Gary’nin İngilizce olarak 1986 yılında önce Momo ve daha sonra The Life Before Us adıyla yayınlanan romanından uyarlanan, Edoardo Ponti’nin yönettiği ve annesi muhteşem kadın Sophia Loren’in oynadığı filmi izlemediyseniz öneririm. Türkçe adı Onca Yoksulluk Varken.
Cassandra Geçidi ile başladığım Sophia Loren filmleri geçidini bu güzel filmle noktalamış olduğumu düşünmüş ama anne oğulun bir film daha yapmasına dair umudumu ifade etmiştim.
Ben yeni bir film beklerken muhteşem kadın ters köşe yaptı ve Floransa’nın göbeğinde bir köşe kaparak muhteşem Sophia Loren Original Italian Food zincirinin ilk restoranını açtı.
Floransa seyahatinizi planlarken aklınızda olsun, yemeklerinizi şimdiden seçmek isterseniz sophialorenrestaurant.com web sitesinden Sfoglia il Menu butonunu tıklamanız yeterli.
Hayal etmek bedava.. Ben de hayallerimi bir tık daha öteye taşıdım: Orada anneme Sophia Loren ile mambo yaptırmadan coronaya yenik düşmeyeceğim, ahdım olsun!
Not: Bu yazıyı dün yazdım, anneme yine Sophia Loren hakkında yazıp Mambo Italiano’ya bağladığımı anlatırken şaşırdı. Meğer önceki akşam televizyonda Cassandra Geçidi varmış, rastlayıp izlemiş kim bilir kaçıncı kez. Yine hoş bir tesadüf oldu, bu bir işaret. Bakın buraya yazıyorum, o mambo yapılacak!
Şu anda hayatımızdan abbracci ve baci eksik olsa da diğerlerinin kıymetini bilip sabırla beklemeye devam edelim, umut da bedava! Orhan Veli’nin dediği gibi hava bedava, bulut bedava, dere tepe bedava, yağmur çamur bedava, sinemaların kapısı bedava..
Doğa bedava ve gerçekten iyi geliyor, iyileştiriyor!