Dokunaklı bir sabah!
Kurslarım birer birer sonlanıyor bu hafta ve ben her sonu yaşarken olduğu gibi duygusallaşıyorum, birbirimize veda ederken gözlerim doluyor. Bu benim değişmez gerçeğim, insan yedisinde neyse yetmişinde o diye boşuna dememişler!
İki aylık bir kursta ne kadar bağlanabilir insan arkadaşlarına ve ortamına (bir de zoom), neden hüzünlenir ayrılırken ve üstelik iki ay sonra devam etmeyi planlarken? Bu kısa süreli beraberlikten sonraki kısa süreli ayrılık öncesi sesim titriyor, gözlerim doluyorsa siz düşünün yıllarca çalıştığım işlerimden ayrılırken, organik vedalarda ne manzaralar yaşandı!
Bugün sabah ve akşam sınıfları birleşti ve okuduğumuz Come il mare in un bicchiere kitabının yazarı Chiara Gamberale ortak dersimize geldi. Karantina döneminde yazdığı ve yayınlama konusunda önceleri kararsız olduğu bu kitaptaki duyguları en iyi ben anladım.
Benden başka herkes üç beş vakanın görüldüğü, en ufak bir hediye kabul eden politikacının anında görevden alındığı mutlu insanlar adasında yaşıyordu. Yorumlarından ve sorularından ne kadar duyarlı olduklarını görsem de endişelerinin çok daha az, ruhsal durumlarının çok daha sağlam olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Gelecek dönem daha iyimser, daha az bunalımlı bir kitap istiyorlardı!
Ama karşımızda karantinaya başka duygusal yüklerle çok sıkıntılı giren, başlarda hepimiz gibi bocalayan, daha sonra kabullenip şükretmeyi öğrenen ve baş başa kaldığı minik kızı Vita ile dönüşen, hayır demeyi öğrenen, özlediklerini daha çok özleyen ama bazılarını da hiç özlemeyip onlarsız yaşayabileceğini fark eden, iyileşip karantina öncesinde doktorunun verdiği ilaçları bırakan bir kadın vardı.
Öncelikleri kendileri olanlar, hayır demeyi zaten bilenler çok büyük değişiklik yaşamayacak belki ama çoğumuz fiziksel mesafeli yaşam sonrasında ruhsal mesafeler koymayı, herkesin duygusal yükünü üstlenmemeyi, kendimizi korumayı biraz da olsa öğrenmiş olacağız.
Umarım bizler biraz da olsa ben demeyi öğrenirken, hep ben diyenler de azıcık sen demeyi öğrenebilmiştir de ortada buluşuruz çıkınca!
Kitabı okurken aklıma hep Roberto Benigni’nin La vita è bella (Hayat Güzeldir) filmi geliyordu. Chiara da kızı Vita ile hayali oyunlar oynuyordu. Pandemiyi dünyanın ateşi var diyerek açıklamıştı örneğin, her akşam yüzlerini pencereye dayayıp dünya iyileş diye bağırıyorlar, özledikleri arkadaşlarının adlarını sayıyorlardı. Vita kreşe gidemiyor diye evi kreşe dönüştürmüşlerdi. Her sabah onu giydirip sırt çantasıyla kapının dışına çıkarıp öğretmeniymiş gibi içeri alıyordu.
Bizim sınıftan soru soracak iki kişiden biri bendim. Benim sorum hazırdı kafamda: Vita olmasa bu kadar olumlu düşüncelerle iyileşmiş olarak çıkabilir miydi bu süreçten? Ama soruları öğretmenler belirleyip bizlere iletti, kendi sorumu soramadım maalesef. Neyse benim sorum sevdiğim yerden geldi, aynen çeviriyorum: Kitabında Lars von Trier’in başyapıtı Melancholia filminden bahsediyorsun, başyapıt olduğunu düşündüğün İtalyan filmleri var mı? Neden?
Ben Danimarkalı bu yönetmenin adının telaffuzunu bile çalıştım. Filmin adı İngilizce’deki gibi Melancholy veya İtalyanca’daki gibi Malincolia değildi, ortaya karışık bir şey söylemeye karar verdim ve bu minvalde kendi ifademle bir soru oluşturup birkaç kez sesli pratik yaptım. Sanırım öğretmen sırayı karıştırdı veya zaman azaldı diye bana planlanandan daha erken söz verince, ortamın da heyecanıyla şöyle bir soru çıktı benden: Kitapta Melancholia filminden başyapıt olarak bahsediyorsun, sana göre hangi İtalyan filmleri başyapıt ve neden?
Sonra düşününce daha mantıklı buldum kendi sorumu çünkü kadına başyapıt olarak gördüğü filmin yönetmeninin adını tekrar söyleme gereği yok ve bu filmin yönetmenin başyapıtı olduğu tartışılabilir, ona göre başyapıt sonuçta. Kitabında yerine kitapta demek de daha mantıklı sanki, biliyor zaten hakkında konuştuğumuzun kendi kitabı olduğunu. Ayrıca, Melancholia’ya başyapıt diyen birinin başyapıt olduğunu düşüneceği İtalyan filmlerinin olduğunu varsaymak akıllıca bence, var mı diye sormayıp doğrudan hangileri ve neden demişim!
Kısa ve öz bir soru oldu, yüzü güldü Chiara Gamberale’nin çünkü sinema okumuş! İnsanı iyileştiren iki şey var, kitap ve film diyerek konuya girdi. Fellini’nin 8 1/2 filminden başlayarak çok uzun ve kapsamlı harika bir cevap verdi. Bir de benden önce soru soran kadının seni tanıdığım için çok memnun oldum diye söze başlamasından cesaret alıp Hikmet’in ülkesinden selamlar, ben Türkiye’den katılıyorum diye söze girdim. Uzatamadım, anlaşılmadı ve arada kaynadı sanırım. Ama o anda söylemek istedim çünkü kitabında kızı doğmadan odasının kapısına astığı, Nâzım Hikmet’in oğluna yazdığı uzun ve dokunaklı Memed’e Son Mektubumdur şiirinden birkaç dizeyi alıntılamıştı:
Kuruyan dalın
sönen yıldızın
sakat hayvanın
duy kederini,
ama hepsinden önce de insanın.
Çok doğal ve sıcak bir sohbet oldu, çok sevdim onu ve keşke baş başa sohbet etme şansım olabilseydi, Vita kutusunda çiçek resimlerinin olduğu kitabımdan hediye edebilseydim diye geçirdim içimden!
Yazarımız toplantıdan ayrıldıktan sonra iki öğretmenin veda için hazırladığı görsellere bakıp şarkılar dinledik. Ben Franco Rivolli’nin en yaralı şehir Bergamo’daki bir hastane duvarına hepinize teşekkürler ifadesini ekleyerek çizdiği şu resmi tekrar gördüğümde ve ilgili açıklamaları dinlerken kendimi zor tuttum, dolan gözlerim ne kadar göründü zoom’dan bilmem ama toplantı bittiği an fena dağıldım, zor toparlandım sonra.
Ağlamak güzeldir, içini yıkar insanın!