İtalyan halkının gönlünde büyük bir iz bırakmış olan şarkıcı, besteci, oyuncu, oyun yazarı Giorgio Gaber (il Signor G) hakkında yazmıştım. Bugün ise benim hayatımda grandissimo (çok büyük) iz bırakan, benim Signor G’mi yazmak istedim.
Glen Garner, ilkokulun beş yıl olduğu, hazırlığın ortaokula başlamadan önce okunduğu yıllarda benim hazırlık sınıfı İngilizce öğretmenimdi.
A scuola elementare (ilkokulda) İngilizce öğrenmediğimiz için on bir yaşına kadar What’s your name? sorusu dışında bir şey bilmezdim. Biri bana adımı sorsa, uzun cevap vererek söyleyecek düzeyde İngilizcem yoktu. Renkler ve hayvanları bırakın, ona kadar saymayı biliyor muydum bilmiyorum.
Tutta la classe (tüm sınıf) aşağı yukarı bu seviyede olduğumuz için İngilizce açısından boş sayfa, boş yazı tahtası idi beyinlerimiz. İngiliz düşünür John Locke’un meşhur Latince metaforundaki tabula rasa yani. İşletim sistemi yüklü boş birer tablettik diyelim.
Mr. Garner, 22 adet tabula rasa ile yola çıkıp in un solo anno scolastico (yalnızca bir eğitim yılında) hepimizi İngilizce konuşan ve bu dili çok seven bireylere dönüştürdü. Onda genç öğretmen idealistliği ve coşkusu, bizde ise üzerine yazılacak her şey için yeri olan tabula rasa boşluğu vardı. Daha da önemlisi, onda çocuk ruhundan anlayan harika bir kişilik, bizde de gerçek ilgi ve sevgiyi hemen ayırt edebilen çocuk ruhu vardı.
Yarışmalar, oyunlar, komik canlandırmalar ile nasıl olduğunu anlamadan çok şey öğrendik ve beş hazırlık sınıfı arasında la più brava squadra (en iyi, en başarılı ekip) biz olduk. Bugün bile aklımda çok net hatırladığım sahneler, sözler var o günlerden. Mr. Garner, bize okul dışında da çok vakit ayırdı, beyzbol oynamayı bile öğretti. Elimizde boyumuzdan büyük beyzbol sopası, topa vurmayı başarabilirsek eğer, o base senin bu base benim şaşkın şaşkın koştururduk okulun plato lakaplı dev futbol sahasında. Yani, ayıptır söylemesi, on bir yaşında beyzbol oynamışlığım var benim!
Mr. Garner okulda iki yıl kaldı ve sonra İzmir Türk Koleji’ne geçti. İkinci yılında bizden sonraki dönemin hazırlık ve ablamın seçmeli İngilizce öğretmeni oldu. Ama ilk öğrencileri olduğumuz için fra le sue tre classi (üç sınıfı arasında) bizim yerimiz ayrıydı, o da bizim için çok özeldi.
İkinci yılının Şubat tatilinde, İncirlik’te çalışan arkadaşını ziyaret etmek için Adana’ya gelirken okuldan bizim ev adresimizi almış ve bir sabah kapımızı çalmış. Annem, öğretmenimizin geldiğini söyleyerek bizi uyandırmaya çalışırken biz de anne saçmalama, ne öğretmeni burada diye ergen modunda arkamızı dönüp uyumaya devam ediyorduk. Derken annem in un modo duro (haşin bir tavırla) kaldırdı bizi yataktan, saç baş dağınık pijamalı bir halde, yağmurdan sırılsıklam olmuş öğretmenimizi karşıladık.
Bugün düşündüğümde, annemin sinirini tetikleyen şeyin saçmalama sözcüğü olduğunu tahmin ediyorum. O yaşlarda fra di noi (kendi aramızda) kızım saçmalama, saçmalama oğlum şeklinde bol bol kullandığımız ve ablamın siz diye hitap ettiğimiz anneanneme saçmalamayın şeklinde söyleyip aylarca küs kalmalarına neden olan saçmalama çok hassas bir laftır. Söyleyen kişiye ve söylendiği ortama bağlı olarak, ya konuşmanın normal seyrinde farkına bile varılmaz ya da aniden kişinin sinirini zıplatır.
Comunque (neyse) fazla saçmalamadan o güne döneyim ben. Mr. Garner’ın uzun oturduğunu, hatta öğlen eve kebap getirtip yemek yediğimizi, üçüncü çocuklarını beklediklerini söylediğini hatırlıyorum. Onu hep sırtında bir kızı, kucağında diğer kızı ile koştururken hatırlıyorum. Kızlarının Türk adları da vardı ve o adlarını kullanırlardı: Esen ve Seher. O kebap sofrasında haberini aldığımız Melis’i göremedik çünkü artık İzmir’de yaşıyorlardı.
Gittikten sonra bir yıl boyunca mektuplaştık. O bir mektup yazıp 22 fotokopi yollardı, biz de ona ayrı ayrı yazardık. Bir süre İzmir’de kalıp Amerika’ya döndüler. O üç çocuklu bir baba, biz hayatla mücadele eden ergenlerdik, koptuk.
Internetin hayatımıza girdiği yıllarda izini bulmaya çalışmıştım, adı ve yaşadığı eyalet dışında hiçbir anahtar kelimem yoktu, ulaşamadım. Derken nasıl oldu anlamadan lise mezuniyetimizin 20. yılı geldi çattı. Heyecanlı riunione (yeniden buluşma) yazışmaları sırasında, bizim o küçük ekipten bir çocuk hocalarımızı da çağırsak diye teklifte bulundu ve Mr. Garner’ı özellikle vurguladı. Onu görmeyeli 25 yıl olmuştu. Ama mezun olanlar arasında onu tanıyan yalnızca 15-20 kişiydik, biz iki arkadaş özel haberleştik ve olağanüstü bir çabayla Oregon’da onun izini sürebileceğimiz her eve telefon etmeye başladık. Çok sık rastlanan bir ad ve soyadı ile bir şehri değil, koca eyaleti tarıyorduk. Ben bir süre sonra umudumu kaybedip havlu attım, o ise bir avvocato kararlılığında bırakmadı işin peşini.
Bir gün heyecanla aradı beni arkadaşım, Oregon’da annesine ulaşıp öğrenmiş nerede olduğunu. Bilin bakalım neredeymiş? İncirlik’teki lisede matematik öğretmenliği yapıyormuş, yani tam bir gökte ararken yerde bulma durumu! Türkiye’de olması un miracolo (bir mucize) iken Adana’da yaşadığını duyunca ben deliye döndüm tabii, piyango bana çıkmıştı.
Hemen aradım, Paskalya tatili nedeniyle eşi kızların yanına gittiği halde o Adana’da kalmıştı ve okul olmadığı için bomboştu. Ertesi gün öğlen benim ofiste buluşmaya karar verdik. O bizi Orta I’den itibaren görmemişti, fotoğrafları döküp müthiş bir archivio (arşiv) hazırladım. Neyi sevip sevmediğini bilmediğim için daha garanti olduğunu düşündüğüm pizza ve şarap seçeneğine sığındım ve hazır ol vaziyetinde heyecanla beklemeye başladım.
Ve biz o gün yedi saat sohbet ettik. O da Adana’ya gelince beni sormuş birkaç yerden ama sonra burada olacağıma ihtimal vermeyip araştırmayı bırakmış. Cioè (yani) iki yıl aynı şehirde birbirimizden habersiz yaşamışız, hayıflanmayı bırakıp önümüzdeki yıllar için şükrettik artık. Fotoğraflara bakarken, herkesi soyadları ile hatırlıyor olmasına inanamadım.
Soyadı demişken, artık due adulti (iki yetişkin) olduğumuz için biraz da hocaların dedikodusunu yaptı. O hazırlık hocalarından biri, alfabetik sıraya göre düzenlenen sınıfları paylaşacakları toplantıda, soyadları alfabenin ilk harfleri ile başlayan bir grubu almak istediğini çünkü onların daha zeki olacağını söylemiş. Örnek olarak da Atatürk’ü vermiş!
Bizim idealist Mr. Garner’cık da dumura uğrayıp, hiç kimsenin el atmadığı bizim E sınıfını kapmış. Müthiş bir sempati duymuş bu soyadı alfabedeki son harflerle başlayan a noi poverini (biz zavallıcıklara). Sanırım en başarılı sınıflar biz ve D sınıfı idi o sene.
Yemeğimiz bitti, bir şişe nefis İtalyan şarabını devirdik, kahve-cheesecake aşamasında çat kapı dayım uğradı ve sohbetimize katıldı. Verso la sera (akşama doğru), bu kadar uzun oturacağımızı düşünmeyip, atıştırmalık bir şeyler hazırlamadığım için üzülürken kapı çaldı ve karşı komşudan bir koca kâse patlamış mısır geldi. Derken yine kapı çaldı, bir öğrencimin annesi “Ne olur kusura bakmayın, geçerken içim içime sığmadı, paylaşmak istedim” diyerek uğradı. Meğer kızı beraber çalıştığımız Romeo ve Jülyet sınavından 90 küsur bir not almış. Ben hemen onu da kahveye alıkoyup Mr. Garner ile tanıştırdım. Gözümün önünden hiç gitmez onun coşkuyla, “Hocaların hocasıyla tanışmak ne onur verici” diyerek adamın ellerini tutması.
Bazen tek bir an bile insana iyi ki yaşıyorum, iyi ki yaptıklarımı yapıyorum dedirtir ya, benim için o karelerden biridir bu!
Mr. Garner, o kavuşmanın keyfiyle hemen İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımızla buluşmak üzere İstanbul’a gitti. Kaldığı otelde buluşmak üzere organizasyon yapan (onu bulan) arkadaşım yalnızca birkaç kişinin gelebileceğini söyledi. Böyle bir mucizeyi yakalamıştık ama herkesin işi gücü, çoluğu çocuğu, seyahati vardı. L’ultimo giorno (son gün), geleceklerin sayısı ikiye düştü ve toplantısı uzayan diğer arkadaşımızın da gitmediğini duyunca çok üzüldüm, daha çok da utandım.
Böylece, yalnızca biz ikimizle ayrı ayrı buluşabilmiş oldu öğretmenimiz. Türkçe konuşurken en sık kullandığı sözcüklerden biri vefa olan bu özel adama yapılmamalıydı bu.
Ama ben yıllarca tüm sınıf arkadaşlarımın yerine de bol bol görüşüp Garner ailesinden biri oldum!